En son konular | » 20-26 Aralık 2021 Haftalık Burç Yorumları tarafından angelic Ptsi 20 Ara. 2021, 00:54
» Emanet Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:43
» Barbaroslar Akdeniz'in Kılıcı Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:41
» Mahkum Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:36
» Aziz Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:33
» Kıbrıs Zafere Doğru Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:31
» Arka Sokaklar Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:29
» Camdaki Kız Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:26
» Kaderimin Oyunu Bölüm Yorumları tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:24
» Bir Zamanlar Çukurova Dizisi Sohbet ve Yorum Konusu tarafından Zeyno_zen C.tesi 18 Ara. 2021, 04:16
|
Istatistikler | Toplam 73 kayıtlı kullanıcımız var Son kaydolan kullanıcımız: SiyahSancaktaR
Kullanıcılarımız toplam 2260 mesaj attılar bunda 1328 konu
|
Haftanın en aktif yollayıcıları | |
| | İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:49 | |
| İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi
İslâm hukukunun başlangıç çağında Hz. Peygamber'in (sav) nice içtihatî hükümler verdiği herkesin malumudur. Zaten o yetkiyi Allah (cc) ona vermiştir. Şu ayet bu hakikati ifade etmektedir: "...işte o Peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar" (A'raf, 7/157). Bu konuda da birçok ayet sıralamamız mümkündür. Bizim bunlar içinden yukarıdaki ayeti seçmemizin sebebi, Allah Rasûlü'nün teşrî makamında olmadığını ispatlama gayreti içinde bulunan müsteşriklerin dahi, bu ayete birşey diyememeleri ve savundukları tez doğrultusunda bunu tevil ve tefsir çabası içine girmeleridir. Nebiler Sultanı'nın söz, fiil ve takrirlerinden oluşan Sünnetinin Allah'tan onay aldığı önceki sayfalarda arzetmiştik. İslâm ulemasının genel kanaati budur. Onları bu kanaate sevkeden âmil, ilâhî murada aykırı olan şeylerin, metluv veya gayr-i metluv vahiy vasıtasıyla düzeltilmesidir.Hz. Peygamber döneminde içtihat eden sahabiler de vardır. Bunların arasında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Muaz b. Cebel, Sa'd b. Muaz, Ebu Said el-Hudri vb. Allah Rasulü'ne yakınlığı ile bilinen kişiler olduğu gibi, bugüne kadar isimlerini bilmediğimiz sahabiler de vardır. Hz. Muaz'ın Yemen'e vali olarak giderken, Allah Rasûlü'nün sorduğu sorulara verdiği cevaplar bu konuda en iyi örnektir. Onun, kitap ve Sünnette hükmünü bulamadığı mesele karşısında " reyimle içtihat ederim" demesi ve bu cevabın Hz. Peygamber (sav) tarafından istihsan edilmesi, içtihat müessesesinin temel dayanaklarından birisidir. Hendek Savaşı sonunda Sa'd b. Muaz'ın hakemliğine başvurulduğu ve onun ahidlerini bozan Yahudiler hakkında verdiği hüküm de içtihada dayanmaktadır. Bunlar bilinen sahabiler. Hendek Savaşı'nda Nebiler Serveri'nin " ikindi namazını Beni Kureyza'da kılın" emrini lafız ve maksat açısından farklı yorumlayan ve yorumlarına göre hareket eden, sahabilerin ise isimlerini bilmemekteyiz. Burada önemli olan husus, Allah Rasulü'nün sağlığında ashabın içtihat yaptığı gerçeği ve bundan daha da önemlisi, bu içtihatların Allah Rasulü (sav) tarafından onaylanması veya onaylanmamasıdır. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:49 | |
| İslâm Hukukunun Doğuşu
İslâm hukuku doğuşu, gelişmesi, kaynaklan, tarihî süreç içinde bir sistem haline gelişi vb. noktalardan, kendinden önceki hiçbir hukuk sistemine benzemez. Vakıa bu konuda, İslâm hukukunun özellikle tedvin döneminde Roma, İran vb. hukuklardan etkilendiği bazı kimseler tarafından iddia edilmektedir. Fakat bunlar kat'î surette ispatlanamamış vâhî, asılsız iddialardan öteye geçmemektedir.İslâm hukuku mekan itibarıyla Mekke ve Medine'de doğmuştur. Bu dönemde ortaya konan hukukî kaideler, İslâm hukukunun temelini oluşturmaktadır. Bu kaidelerin en önemli özelliği -ki bu, hiçbir ilâhî veya beşerî sistem için geçerli değildir- ya bizzat vahiy veya vahyin onayını almış oluşudur. Bir başka ifade ile, bunlar Kur'ân veya Hz. Peygamber'in (sav) söz, fiil ve takrirleridir. Bu Allah Rasulü'nün sağlığında ortaya konan hukukun vahyî oluşunun en büyük göstergesidir. Daha sonraki dönemlerde bu vahyî ve ilâhî olan kaideler çerçevesinde yapılan içtihatların da vahyî ve ilâhî oluşunun delili sayılabilir. Yeter ki, nassların belirlemiş olduğu sınırın dışına çıkılmamış olsun. Mekke, inanç ve ahlâk üzerinde daha çok tahşidatın yapılmış olduğu bir yerdir. Gerek Mekkî ayetler, gerekse 13 yıllık Mekke hayatında Allah Rasulü'nün (sav) ortaya koyduğu öğretiler, bunu göstermektedir. Bu dönemde hukukî öğretilerden, hatta namaz hariç ibadetlere ait hükümlerden bahsetmek mümkün değildir. Medine ise, Mekke'de atılan temeller üzerine İslâm binasının tamamlandığı bir yer olmuştur. Mükemmel bir sistem için gerekli olan ferdî ve içtimaî alandaki esaslar burada ortaya konmuştur. Maide süresindeki " bugün dininizi ikmal ettim" ayetini bu çerçevede yorumlamak mümkündür. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:49 | |
| İslâm Hukukunun Özellikleri
İslâm hukukunun kendine has birçok özelliği vardır. Bunlardan bir tanesine (ilâhî oluşu) yukarıda temas etmiştik. Diğerleri ise tedriç, nesh ve kolaylık üst başlıkları halinde ifade edilebilir.Tedriç, hukukî öğretilerin belli bir zaman dilimi içine yayılarak tamamlanması anlamına gelir. Genel çerçevede geçerli olan bu husus, özel yani tek tek meseleler için de geçerlidir. Nitekim zekâtın farz, içki ve faizin haram kılınışı hep bu şekilde olmuştur. Burada gerek insan, gerekse toplum psikolojisi nazara alınmıştır. Hz. Âişe Validemizin şu sözü, konumuzla ilgisi olması açısından çok önemlidir: "Eğer içki bir defada haram kılınmış olsaydı, bu emri çokları dinlemezdi." Nesh, daha önce verilen bir hükmü kaldırmak ve yerine yeni bir hüküm koymak anlamına gelir. Aslında bu tedriciliğin ayrı bir boyutu sayılabilir. Kur'ân nesh gerçeğini "Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir" (Bakara, 2/106) ayetiyle bildirir. Nesh hem Kur'ân ayetleri, hem de Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerinde geçerlidir. İslâm tarihi boyunca, neshe itiraz eden ulemanın varlığı inkâr kabul etmez bir gerçektir. Fakat, onların itirazlarına göstermiş olduğu gerekçelere bakıldığında, her iki kesim arasındaki ihtilafın lafzî olduğu görülür. Onların anlayışlarına göre nesh yoktur ama âmm'ın tahsisi, mutlak'ın takyidi vardır. Hakikatte bu neshin bir başka şekilde tesmiyesinden ibarettir. Konu ile ilgili Şatıbî'nin Muvafakat'ında ve Zerkanî'nin Menahilü'l-îrfan adlı eserinde detay bilgileri bulmak mümkündür. Kolaylık, Allah'ın rahimiyet ve rahmâniyetinin ayrı bir göstergesidir. Ümmet-i Muhammed'in (sav) maslahatının gözetilmesi, hayatın yaşanabilirliğinin ifadesi diyebileceğimiz kolaylık ilkesini, gerek İslâm hukuku öğretilerinin bütününde, gerekse onların vaz'ediliş keyfiyetinde görmemiz imkân dahilindedir. Yalnız bu, İslâm'ın belirlemiş olduğu hayat felsefesi ve dünya görüşüne zıt olan şeyleri kabul anlamında değildir ve olamaz. Bu yüzden çeşitli asrî yaklaşımlar, İslâm dışı şeyleri tabiî, zarurî olgu dese hatta onları sosyal, iktisadî, kültürel hayatın " olmazsa olmaz"şart kabul etse de, İslâm onları " kolaylık" deyip kabul etmez, edemez. İslâm da esas olan, külli kaideler ile çerçevesi belli edilen sınırın dışına taşmamaktır. Tarihe müdahil olmaktır. Tarihin şekillenmesinde özne rolü oynamaktır. İslâm'a rağmen genel kabul gören anlayışların kabulü, Müslüman'ı ve dolayısıyla Müslüman toplumu " nesne, mef'ul" makamına oturtur. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:50 | |
| İslâm Hukuk Kaideleri Değişmezlik ve Değişebilirlik Değişmezlik ve değişebilirlik, ilgili hükümlerin muhteva ve yapılarına göre ortaya konan bir olgudur. İslâm hukuku haricindeki sistemler için, bu olgunun izafî olduğu rahatlıkla söylenebilir. Gerçi bazı yasalarda " değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddeler, esaslar, değerler" belirtilse de, farklı zihniyete sahip " irade" ler devreye girdiğinde, bunlar değiştirilebilmektedir. "Aslında " değişmezlik" günümüz gerçekleri açısından, aleyhte bir durum gibi gözükmektedir. Zira dünya çok hızlı bir şekilde değişmektedir. Teknik ve teknolojinin insanoğluna sunmuş olduğu imkânlar, bu değişmenin motor gücüdür. Dünyamızın bugün iletişim ve ulaşım vasıtaları sebebiyle global bir köy haline geldiğini kimse inkâr edemez. Yine bu vesile ile millî sınırların ortadan kalktığı, millî kültürlerin inkiraza doğru gittiği de bir gerçektir. Bütün bunlar hayatı kolaylaştıran ya da zorlaştıran unsurlardır; bunun tartışmasına girmeyeceğiz, fakat bunların insan zihniyetini, dünya görüşünü değiştirdiği muhakkaktır. Bu açıdan bir sistemin değişmez kaidelere sahip olması, bu değişmelere ayak uyduramaması anlamına gelir. Bu da sistemin çağ dışı haline gelmesidir". Bu varsayımlar bir açıdan doğru olmakla beraber, bir sistemin genel geçer esaslarının olmaması onun adına daha büyük bir tehlikedir. Ortaya atılan her düşünce ürününe " evet" deme ve o doğrultuda sistemi temelden revizyona tâbi tutmanın doğru olmadığı da ortadadır. Zaten bu özelliğe sahip sisteme " sistem" demek doğru değildir. İslâm'a gelince; makalemizin başında da belirttiğimiz gibi İslâm hukuku gerek kaynak gerekse hedef ve maksat açısından ilâhîdir. Bu kaynakların belirlemiş olduğu esaslar, değişmezlik özelliğine sahiptir. Bunlar nerede, ne zaman, hangi şartlar altında bulunulursa bulunulsun, hiç kimse tarafından değiştirilemez. Buna göre insanlar, belirtilen bu esaslara göre hayatlarını düzenlemek mecburiyetindedir. Bu bir anlamda ilgili esasları fail/özne, buna uyan insanları da mef'ul/nesne makamına oturtur ki, İslâm hukuku adına bu doğru bir değerlendirmedir. Kaldı ki, ilgili esaslar için, değiştirme çabası içine girmeye gerek de yoktur. Zira bunlar Müslüman olsun olmasın herkesin candan kabulleneceği insanî-boyutlu evrensel değerlerdir. Allah'a şirk koşmama, başkalarına iyilik etme, adaleti gözetme, herkesi kanun karşısında eşit sayma vb. kaidelere kim itiraz edebilir? Bir diğer ifadesiyle bu esaslar Kur'ân ve sahih Sünnette yerini bulan şeylerdir. İslâm fukahası ilgili ayet ve hadislerde ortaya konan esasları, fer'î hükümlere esas teşkil edecek şekilde kaideleştirmişlerdir. Mecelle'nin başında yer alan 100 küllî kaide bu düşüncenin ürünüdür. O maddelerin her biri için birçok ayet ve hadis göstermek mümkündür. Ali Haydar Efendi "Dürerü'l Hükkam Şerhü Mecelletü'l Ahkam" adlı kitabında bunları geniş bir şekilde izah etmiştir. Meseleyi müşahhas hale getirmek için, bu yüz küllî kaideden birkaçını yorumsuz olarak kaydedelim; 1) Şek ile yakîn zail olmaz. (Madde: 4) 2) Berâet-i zimmet, asıldır. (Madde: 3) Zarar ve mukabele-i bizzarar yoktur. (Madde: 19) 4) Mâni zail oldukça, memnu avdet eder. (Madde: 24) 5) Defi mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır. (Madde: 30) 6) Adet muhakkemdir. (Madde: 36) 7) Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir. (Madde: 45) Bir kelamın i'mali mümkün olmaz ise, ihmal olunur. (Madde: 62) 9) Tevehhüme itibar yoktur. (Madde: 74) 10) Mazarrat menfaat mukabelesindedir. (Madde: 87) 11) Gayrın mülkünde tasarrufla emretmek bâtıldır. (Madde: 95) İslâm hukukunun " değişebilir"özelliği ise, kaynak ve maksatta değil, o maksada götüren fer'î hükümler ve çözüm yollarındadır. İçtihat usulü ve içtihat bu meseleyi ifade eden kavramlardır. Burada daha önce belirttiğimiz gibi nassların yapısı yani sahih olup olmaması, nassın hüküm aradığımız meseleye delâletinin kat'î veya zannî oluşu, ümmet-i Muhammed'in maslahatı, dinin ruhuna uygunluk, örf ve âdet önemli derecede rol oynar. Zaten fer'î bir meselede birden çok hükmün bulunma sebeplerinden birisi budur. İslâm hukuku gerek insanî ve evrensel olan değişmez kaideleri, gerekse bu doğrultuda sürdürülecek bilimsel çabalarla elde edilen üretilmiş bilgileri ile, hayata tam anlamıyla uyum sağlamaktadır. Müntesiplerinin hiçbir problemini cevapsız bırakmamakta, onları başka sistem arayışları içine salmamakta ve boşlukta bırakmamaktadır. Günümüz gerçekleri sebebiyle açığa çıkan bankadan, sigortaya, kan vermeden, uluslararası ticarî, askerî ve kültürel ilişkilere kadar birçok probleme cevabın bulunması İslâm hukukunun bu yapısı münasebetiyledir. Burada yeri gelmişken bir hususa işaret edelim; nasslar haricindeki hukukî bilgilere kudsîlik izafesi katiyen doğru değildir. Onlar meşiet-î ilâhî istikametinde de olsa netice itibarıyla beşerî bilgilerdir. O bilgilerin elde edilmesinde nassların yanı sıra beşerî ilim ve tecrübelerin rolü büyüktür. Beşerî bilgi ve tecrübeler ise katiyet ve kesinlik ifade etmezler. Dolayısıyla yanılma, daima mevzubahistir. Kaldı ki böyle bir kudsîlik izafesi, İslâm hukukunda zemin kaymasına yol açar. Bunun için beşerî bilgilere hukukun bütünlüğü içinde ne kadar yer ve değer verileceğinin belirlenmesi şarttır. Tâ ki bahsini ettiğimiz zemin kayması olmasın. Bugün İslâm âlemi olarak, içine düştüğümüz fikrî ve amelî durumda, bu düşüncenin yani beşerî bilgilere kudsîlik izafesinin çok büyük rolü -tabiî ki menfî anlamda- olmuştur. Hatta denilebilir ki, bu rol, dış güçlerin içimizde yaptığı tahribata eşdeğerdir. Bundan kurtulabilmenin yolu ise, gerçeklerin öncelikle fikrî ve zihnî planda, bütün Müslümanlara anlatılması ve kabulünün sağlanmasıdır. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:50 | |
| Din Ahlak Hukuk Genel olarak ele alındığında insan, akıl, irade, konuşma, düşünme gibi nitelikleriyle diğer varlıklardan ayrılan ve temelde yaratılmışlığın izlerini taşıyan bir varlıktır. Yani tek başına kendi kendine yetebilen, bütün ihtiyaçlarını karşılayıp, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilecek bir varlık değildir. Aksine hayatını sürdürebilmek için ihtiyacı olan şeyleri diğer varlıklar ve özellikle de hemcinslerine muhtaçtır. Kaldı ki, tabiaten zayıf olan insanın iş ve fiillerini anlamlandırabilmesi de ancak onun sosyal ilişkiler içinde olmasıyla gerçekleşmektedir. Bu da onun mahrumiyetleri kendisinde toplayan bir varlık olarak ortaya çıkması demektir. Böylelikle varlığını ancak çevresindeki diğer insanlarla ve içinde yaşadığı tabiatla anlamlandırabilen insan için, diğer insanlarla birlikte olmak, birlikte hareket edebilmek ve yaşabilmek demek olan insanî dayanışma olgusu, kaçınılmaz bir kader olarak ortaya çıkmaktadır. Zira, insanî dayanışma olgusu, onun diğer insanlarla birlikte hayatını sürdürebilmek, istek ve arzularını tatmin edebilmek, gelişim ve tekamülünü sağlayabilmek konusunda zorunlu birlikteliğini ve toplumsallığını açıklayan temel olgudur. Dolayısıyla insan, ister Aritotales’in tanımladığı, şekliyle Zoon Politicon (Siyasal Canlı), ister İbn Haldun’un tanımladığı şekliye tab`an medeni, isterse Farabî’nin tanımladığı şekliyle düşünen, isteyen ve bu nitelikleriyle kendi cinsinden olanlara yardım eden ve yardımlarına muhtaç olan bir canlı olarak tanımlasın, topluma, toplum hayatına muhtaç bir canlı olarak belirginlik kazanmaktadır. Farklı kişilik ve konumlara sahip insanlardan meydana gelen toplumun ise belli şartlar içinde sağlıklı olarak sürebileceği bir diğer gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Zira, toplumu meydana getiren fertlerin tamamı sosyal statü, kültür, eğitim, kişilik, kimlik, güç, kuvvet vs. açılarından eşit değildir. Toplumu oluşturan fertler arasındaki bu farklılıklar toplumun belli kurallarla düzenlenmesi zaruretini ortaya koyar. Değişik bir anlatımlar; insanın yaratılış itibariyle fiziki bakımdan acziyeti, hayatını sürdürebilmek için doğa kanunlarına bağımlılığı, tab`an medeni bir varlık olması dolayısıyla diğer insanlara ve onların yardımlarına olan ihtiyacı gibi sebeplerle topluma ve toplumsal hayata muhtaç olması; öte yandan toplumu meydana getiren fertler arasında yaratılıştan kaynaklanan farklılıklar, toplumun adalet, düzen ve yönetim zorunluluğunu meydana getirir. Bu şartlar altında insanın topluma olduğu kadar, toplumun da düzene ihtiyacı vardır denilebilir. İnsanın diğer insanlarla ve toplumla ilişkilerinin düzenlenmesinde kendisinden yaralanılan kurallara sosyal düzen kuralları denilir. Bunlar da din, ahlak, görgü ve hukuk kurallarıdır. Bu kuralların (sosyal düzen kurallarının) amacı toplumu düzenlemek ve toplumum meydana getiren fertlerin rahat, huzur ve mutluluğunu gerçekleştirmektir.Başlangıçta hemen tamamı dini nitelikli kurallar biçiminde olan, ancak daha sonraki zamanlarda birbirinden bağımsız olarak gelişen sosyal düzen kuralları genel, sürekli ve müeyyideli emirler şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu kurallara kısaca değinelim: Esas itibariyle insan ile Tanrı arasındaki ilişkileri düzenleme hedefine yönelik olan bu kurallar, Tanrı'nın yeryüzünde insanlardan yapmalarını beklediği bir gayeleri gerçekleştirmelerinde yardımcı olacak nitelikte göndermiş olduğu kurallardır. Dolayısıyla bunlar sadece Tanrı-insan ilişkilerini düzenlemekle kalmayıp, insanlar arası ve insanın diğer varlıklarla ilişkilerini de düzenlemeyi amaç edinen kurallar şeklinde belirir. Nitekim yeryüzünde mevcut ilahi olan ve olmayan bütün dinlerin insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemeye yönelik kuralları olduğu bilinmektedir. Din kurallarının Tanrı'nın belirlediği hedeflerden sapma halinde belli müeyyideler getirdiği de hatırlanırsa, yaptırım açısından oldukça etkili oldukları söylenebilir. Ancak bu kuralların müeyyidelerinden bir kısmı bu dünyaya yönelik olsa da büyük bir çoğunluğu öte dünyaya yöneliktir. Ahlak, görgü ve hukuk kurallarını da içeren bu kurallar geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan toplumlarını düzenleme aracı olarak geçerliliklerini sürdürmektedirler. Din kuralları gibi insan davranışlarını düzenleyici özellik gösteren ahlak kuralları da bir toplumda iyilik ya da kötülük hakkında oluşmuş olan değer yargılarına göre fertlerin yapmaları ve yapmamaları gereken davranışlara ilişkin kurallar bütünüdür. Bunlar insanların hem kendilerine hem de diğer insanlara karşı manevi sorumluluklarını ifade eder. Örf ve adet kurallarının bir kısmını da içine alan ahlak kurallarının müeyyidesi ilgili olduğu alanla yakından ilişkili olarak manevidir. Burada toplumun genel geçer ilkeleriyle çelişmekten kaçınmak toplum fertleri için zorunluluk olarak kabul edilmektedir. İnsanların birbirleriyle olan ilişkilerinde uydukları kurallardan biri de görgü kurallarıdır. Bunlar, fertlerin birbirleriyle karşılaştıklarında nasıl tavır almaları gerektiğini belirleyen davranış kurallarıdır. Müeyyide bakımından manevi nitelikli olarak değerlendirilmesi mümkün olan bu kurallara muaşeret kuralları da denilir. Sosyal düzen kurallarının sonuncusu, kişilerin doğrudan doğruya diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen hukuk kurallarıdır. Diğer kural türleri gibi toplum düzenini sağlamak amacına yönelik olan hukuk kuralları, müeyyide bakımından en güçlü olan kurallardır. Çünkü bunların uygulanmasının ve gerçekleştirilmesinin sağlanmasında devlet gücü her zaman hissedilmektedir. Sosyal düzen kurallarının amacı toplumu düzenlemek ve toplumu oluşturan fertlerin rahat, huzur ve mutluluğunu gerçekleştirmektir. Kesin olarak birbirlerinden ayrılamayan bu kuralların en önemlisi, fertlerin birbirleriyle ve toplumla ilişkilerini düzenleyen ve devlet müeyyidesiyle kuvvetlendirilmiş bulunan hukuk kurallarıdır. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:51 | |
| İSLAM AİLE HUKUKU
İslâm, insanlığın bütün temel ihtiyaçlarını ve yaşama alanlarını düzenleyen bir hukuk sistemine sahiptir. Genel anlamıyla fıkıh denilen bu sistem, çeşitli alt dalları da içinde barındırır. Bunlardan biri de aile hukuku alanıdır. Fıkıh literatüründe genel olarak münakehat, mufarekat başlıkları altında ele alınan bu konu, Müslüman bireyin evlenmesi, evlilik hayatı, boşanması ve boşandıktan sonraki hayatıyla ilgili çeşitli düzenlemeleri içermektedir. İslâm aile hukuku, genel hukuk branşının bir alt dalı olarak, bireyin, ana rahmine düşmesinden (neseb), doğumuna, doğumundan yetişmesine, yetişmesi esnasında geçirdiği çeşitli evrelere (bulüğ, rüşt vs.), ergenlikten evliliğe, evlilik öncesi hazırlık sürecinden doğuma kadar, bir çok alanda düzenlemelerde bulunmuştur. İslâm ve Kur'ân-ı Kerîm kadın ve erkeğin, bir arada bulunmak ve yaşamak zorunda olan varlıklar olarak, çeşitli şekillerde ilişki içerisinde olmasını doğal karşılamaktadır. Bu iki farklı cinsin, birbirlerine karşı olan zorunlu bağlılıkları, onların ilişkilerinin çeşitli şekillerde düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır. İşte İslâm aile hukukunun düzenleme alanı içerisine giren de burasıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm�de erkek ve kadının, dünyada yaşayabilmek için birbirlerine karşı zorunlu olduklarını şöyle ifade etmektedir: �Size onlar sayesinde veya onlarla huzur ve mutluluk bulmanız için kendi cinslerinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet oluşturması, O�nun (Allah'ın) kudretinin göstergesidir. Bunda düşünen bir toplum için işaretler vardır� (Rûm, 30/21). Bu ayette işaret olunan ve kadın ve erkeğin birbirleriyle huzur ve mutluluk bulması şeklinde ifade edilen şey, sadece kadın ve erkeğin cinsel yönden birbirlerine olan ihtiyacı değildir, bunun içerisinde, Müslüman bireyin, dünya hayatında yaşadığı ve yaşayacağı bütün insani durumlar karşısında bir destek bulması, her zaman ve daima mutlu bir hayat sürebilmesi için gerekli psikolojik ve ruhi ortamın oluşturulması da vardır. Zira kadın erkek ilişkileri sadece cinsellikten ibaret değildir. Hayatını sürdürebilmek için erkeğin kadına ihtiyacı vardır, çünkü onun hayatının sağlıklı ve mutlu sürebilmesi için yapması gereken şeylerin tamamını yapabilmeye güç yetiremez, çocuk doğuramaz, çocuğun bakımı ve gelişmesinde ihtiyacı olan her şeyi karşılayamaz, ev işlerini yeterince düzenli yapamaz vb. kadının da aynı şekilde erkeğe ihtiyacı vardır; çünkü onun da hayatını sağlıklı ve mutlu olarak sürdürebilmesi için yapması gereken şeylerin tamamını yapabilmeye muktedir değildir. Örneğin çetin hayat şartları karşısında mücadele etmek onu yıpratır ve temel kadınlık vazifelerini yapmasına engel olabilir, bir evin geçindirilebilmesi ve bütün ihtiyaçlarının karşılanabilmesi ağı bir sorumluluktur, bir kadının tek başına bu sorumluluğun altında kalkması, kimi kadınsı yönlerinin yok olmasına, yada kadının aşırı derecede yıpranmasına yol açabilir. Bu sebeple bu iki cins birbirine muhtaçtır. Dolayısıyla kadın erkek ilişkisinde evlenme ve aile hayatı kurma, hem eşlerin düzenli ve meşru tarzda cinsel ihtiyaçlarının giderilmesine hem de maddi ve manevi yönden birbirlerine destek olarak sağlıklı ve düzenli bir hayat yaşayabilmelerine imkan sağlar. Ayrıca aile hayatının en önemli yönlerinden biri de insan üremesi, yani neslin devamıdır. Evlilik kurumu, sağlıklı nesillerin yetişebilmesinin yegane çaresi olduğu için de aile ve evlilik büyük değr taşımaktadır. İşte İslâm aile hukuk aile ve evliliğe ilişkin düzenlemeler yaparken, öncelikle evliliğin bu temel yönlerini dikkate almış, bunların meşru şekilde nasıl gerçekleştirilebileceğine ilişkin düzenlemeler yapmıştır. Bu çerçeveden olarak evlilik dışı cinsel ilişki, yani zina, topluma verdiği zarar bakımından yasaklanmış, aksine olarak evlilik teşvik edilmiştir. Zina konusu, bu konuyla irtibatlı olmasına rağmen, ayrı bir takım şeyler içerdiği için, onunla ilgili bilgileri daha sonraki yazılarımızda yazmayı uygun gördük. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:51 | |
| İSLAM HUKUKUNDA DEVLET ALEYHİNE CÜRÜMLER
Günümüzde yasa dışı siyasal katılmanın, yasal siyasal katılma imkanından mahrum bulunanların, ya da bu imkan olsa bile, faaliyetleri meşru olmayanların yönetim hakkında sahip olduklarını görüşlerini dile getirme biçimleri olarak kabul edildiği yukarıda geçmişti. İslâm hukuku literatüründe de varlığı kabul edilebilecek olan bu tür siyasal katılma biçimi için genellikle bağy ve fitne kavramları kullanılmakla beraber, İslâm dininden çıkarak İslâm toplumuna karşı harekete girişme ihtimali ortaya çıkan kimseler ve hareketleri için de ridde terimi kullanılmaktadır. Şimdi bu suçları ve bu suçlara verilen cezaları inceleyelim:
Bağy sözlükte talep ve kazanma, cevr ve zulüm gibi yapılması helal olmayan bir şeyi isteme manalarına gelmektedir. Fıkıh ıstılahında bağy yöneticinin, yönetiminden duyulan rahatsızlıklardan hareket ederek, kendi doğru olduğuna inandıkları düşünceleri doğrultusunda, itaatten ayrılmak ve aynı görüşü taşıyan diğer kişilerle birlikte devlete isyan etmek şeklinde değerlendirilmektedir. Yani devletin meşru yöneticisine karşı, kendilerine göre doğru olan bir düşünceden hareketle, aynı görüşü paylaşanlarla bir birlik oluşturarak, fakat yöneticinin idaresi altındaki diğer zümreleri, canlarını, mallarını, ırzlarını hedef almaksızın, mevcut yönetimin yerine yenisi kurmak amacıyla girişilen fiiller İslâm hukukçularına göre bağy olmaktadır. Tanımından da anlaşılacağı üzere bağy siyasal bir kavramdır. Nitekim gerek Şafiîler, gerek Malikîler ve gerekse Hanefîler kavramı doğrudan siyasal alana ait olarak ele almakta ve bu şekilde değerlendirmektedirler. Üçüncü halife Hz. Osman döneminin sonlarında, onun, hilafetin gereklerini yapamadığı ve bu işi bırakması gerektiği kanaatine sahip Kûfe ve Basra halklarının isyanının, fıkıhçıların bağy tarifindeki unsurları taşımakta olduğu söylenebilir. Bu olaydaki temel unsurları incelediğimizde isyancıların, meşru halifeye karşı, diğer Müslüman topluluğa zarar vermek amacını taşımaksızın, onun görevlerini yerine getiremediği gerekçesiyle, bir kuvvet birliği oluşturarak isyanı gerçekleştirdiklerini görmekteyiz. Aynı şekilde Mu`aviye’nin Halife Hz. Ali’ye karşı giriştiği hareket de bir bağy olarak değerlendirilebilir. O da şehit edilen Hz. Osman’ın kanını talep etmek konumunu elde etmesinden sonra, halifeye karşı mücadeleye girişmiş ve kendi düşüncesi doğrultusunda etrafında insanlar toplayarak devlete isyan etmiştir. Her ne kadar olayların gelişimi sonucunda iki Müslüman topluluk karşı karşıya gelmiş ve savaşmışlarsa da bu olay da, öncekinde olduğu gibi, meşru yöneticiye karşı, doğru olduğuna inandıkları kendi düşünceleri doğrultusunda, onun görevini yapamadığı gerekçesiyle yapılmış bir isyan hareketi olarak değerlendirilebilir. Bağy konusunda İslâm tarihinde meydana gelmiş olaylar içinde en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz sonradan havâric olarak isimlendirilen topluluğun çıkışıdır. Bu topluluk, Hz. Ali ile Mu`aviye toplulukları arasında cereyan eden Sıffîn savaşının sonunda anlaşmazlığın hakem kararıyla çözümlenmesi konusu gündeme geldikten sonra, Allah’tan başka kimsenin hüküm sahibi olamayacağı, dolayısıyla halife ile karşı tarafta yer alan grubun hakeme müracaatla meseleyi halletmeye çalışmalarının dinden çıkma olduğu düşüncesiyle, önceden Hz. Ali saflarında savaşırken ondan ayrılanlardır. Görüldüğü gibi hariciler de kendilerine göre doğru olan düşünceleri doğrultusunda, önceden emri altında savaştıkları halifeye karşı tavır almışlar ve itaatten ayrılmışlardır. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün olmakla beraber bu örneklerin de bağy konusunda yeterince aydınlatıcı olduğu görülmektedir. Bağy’in, bir çeşit iç savaş, devletin yöneticilerine ve halkına karşı saldırı şeklinde değerlendirilmesi de mümkündür. Siyasî fikir hürriyeti açısından ele alındığında, her ne kadar siyasî fikir hürriyeti kavramı kanaatlerin ifade edilmesinin yanında, gereğine göre davranılabilmesini de içermesine rağmen, bağy’in siyasî fikir hürriyetine konu edilemeyeceği söylenebilir. Zira, siyasî fikir hürriyetinin sınırlarından da hatırlanacağı üzere devlete isyan hürriyet konusu olamamaktadır.
Kısaca İslâm dininden çıkmak şeklinde tanımlanabilecek olan ridde kavramı, aslında siyasal bir kavram olmamasına karşın, fukahânın dinden çıkmayı öldürülme sebebi olarak görmelerinden dolayı siyasal nitelik kazanmıştır. Bunun başlıca sebepleri arasında İslâm’dan çıkan kimsenin, dinini değiştirmekle kalmayacağı, aynı zamanda İslâm'a mensup olan şahıs ve devletlere de düşmanlık yapacağı düşüncesi olabilir. Nitekim Serahsî mürted’in müşrik hükmünde olduğu söylemektedir ki bu konudaki delili, mürtedlerle ilgili olduğu söylenilen, Fetih suresi 16 .ayette yer alan “ya da Müslüman olurlar” (FETİH (48), 16) ibaresi ile “kim dinin değiştirirse onu öldürün” (BUHÂRÎ, cihad, 149; EBÛ DAVUD, hudûd, 32) hadisidir. O, bu delillerden hareketle mürtedin, müşrik Araplar derecesinde olduğunu, dolayısıyla müşrikte olduğu gibi mürtedden de ya İslâm ve kılıç seçeneklerinden birisini tercih etmesi isteneceğini ileri sürmektedir. İmam Şâfiî de ehl-i ridde’nin iki çeşit olduğunu bunlardan birincisinin Tuleyha, Müseyleme, Ansî gibi İslâm’ı kabulden sonra küfre dönenlerden, ikincisinin de İslâm’ı reddetmedikleri halde dinin asıllarından olan şeyleri yapmayı reddedenlerden meydana geldiğini belirtmekte ve birinci gurubun İslâm’dan çıkarak kafir olduklarını, ikincisinin de müşrik sınıfından sayılacağını bildirmektedir. Görüldüğü gibi Şafiî ve Hanefîler ehl-i ridde’nin, dinden çıkmakla müşrik konumunu elde edeceği konusunda müttefiktir. Mürted’in müşrik konumunda değerlendirilmesi ise İslâm’ı din olarak seçmediği taktirde ölümü kabul etmesi şeklinde değerlendirilebilir. Çünkü fukahânın mürted’in, müşrik hükmünde olduğunu ileri sürmelerinin temel sebebi kanaatimizce, onun da müşrik gibi kendisine din tebliğ edildikten sonra bunu kabul etmediği taktirde öldürülmeyi hak etmesi sonucuna yol açmaktadır. Mürted verilecek ceza konusunda Kur’an-ı Kerîm’de herhangi bir bilgi bulunmasa da, ..” içinizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse işte bunların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gider. Bunlar cehennemliktirler ve orada kalıcıdırlar” (BAKARA, (2), 218), “Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir” (TEVBE (9), 36) ve “Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tövbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir” (TEVBE (9), 5) ayetlerinde de görüldüğü gibi müşriklere yapılacak muamele bellidir. Ayrıca “kim dinin değiştirirse onu öldürün” (BUHÂRÎ, cihad, 149; EBÛ DAVUD, hudûd, 32) hadisi de bu konuda fukahânın bir başka delili olmaktadır. Bundan başka fukahâ Hz. Ebu Bekr döneminde cereyan eden gerek Müseylemetü’l-Kezzâb olayı, gerekse zekat vermekten kaçınanlarla ilgili hadiseleri de delil olarak kullanmaktadırlar. Hz. Ebu Bekr’in riddet eden yerlerin halkına ve onların üzerine göndermiş olduğu kumandanlara yazdığı mektupta, dinden dönen bazılarının haberini aldığını ve onları dine davet etmek üzere bazı kumandanlar gönderdiğini, şayet kumandanların davetini kabul ederlerse canlarının bağışlanacağını, kabul etmezlerse öldürüleceklerini bildirmektedir. Devamında kumandanlara hitaben de kimseyi öldürmeden önce herkesi dine davet etmelerini, şayet kabul etmeyen olursa onları öldürmelerini emretmektedir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından bazı kabileler çeşitli gerekçelerle dinden çıktıklarını ilan etmişler, Hz. Ebu Bekr de irtidat eden bu kabilelerle savaşmaya karar kılmıştı. Sahabe arasında onun bu kararı uzun müddet tartışıldıktan sonra onun dediğinin yapılması kararlaştırılmıştı. Sahabeyle birlikte aldığı kararı uygulamaya koyan Hz. Ebu Bekr bu mektubuyla dinden dönenlerin öncelikle dine davet edilmesini, kabul etmezler, karşı çıkarlarsa kendileriyle savaşılmasını emretmiştir. Genel manada ele alındığında herhangi bir dine mensup olmanın, bir inanç meselesi olarak görülmesine rağmen, aslında bir düşünme faaliyeti olduğu da söylenebilir. Zira herhangi bir konuda belli bir kanaate ulaşmak ve onu benimsemek, benimsediğine inanmak tamamen düşünce dünyasında cereyan eden hadiselerdir ve bu, din alanı içinde aynen geçerli kabul edilebilir. Bu durumda bir dinî kabul ederek, benimsemek ve ona inanmak ne kadar doğal ise, aynı şekilde kabul etmemek ve inanmamak da o kadar doğal olmalıdır. Fukahânın mürtedin öldürülmesi konusundaki düşüncelerinin sünnetten dayanakları olan dininden dönenin öldürülmesi yolundaki hadisin ise genel bir ilke olduğunu düşünmüyoruz. Zira, gerek Kur’an-ı Kerîm, gerekse Hz. Peygamber’in bilfiil sünnetinde varit olan pek çok delil, insan hayatının kutsiyetine ve İslâm’ı din olarak seçme konusunda insanların muhayyerliğine işaret etmektedir. Oysa bu hadis bu ilkelerle çelişiyor görünmektedir. Bu sebeple hadisin münferit bir olaya bağlı olarak ortaya çıkması muhtemeldir. Nitekim hadisin sebeb-i vüruduna bakıldığında Müslüman olduklarını söyleyen fakat çeşitli hastalıkları olan bir topluluğa, Hz. Peygamber’in iyileşmeleri için çeşitli imkanlar hazırlamasından sonra, bunların iyileşerek irtidat etmeleri olduğu görülmektedir. Buna göre hadisin bu olayla ilgili olduğu söylenebilir. Öte yandan bu hadisle ilgili olarak, Hz. Peygamber’in imamet tasarrufunun bir ürünü olabileceği de söylenebilir. İslâm'ın yeni yayılmakta olan bir din olduğu ve farklı guruplarla savaş halinde bulunduğu gibi zamanın şartları göz önüne alındığında, bu şekilde dinden dönenlerin de diğer savaşılan guruplar arasında mütalaa edilmesi ve öldürülmelerini emredilmesi mahzurlu sayılamaz. Ayrıca Hz. Ebu Bekr’in uygulamalarında irtidât edenlerle savaşması için aynı şekilde devlet başkanının zamanın gereklerine göre hareket etmiş olabileceği söylenebileceği gibi, zekat vermemek şeklinde dinden çıkmayı tercih edenlerin devlete itaatsizlik ettikleri gerekçesiyle cezalandırılmaları da söz konusu edilebilir. Bundan başka riddenin daha çok, Hz. Peygamber zamanında onun iktidarı karşısında sessiz kalmayı tercih eden ve fakat tam olarak iman etmeyen kavimlerde söz konusu olduğu, bunların peygamber hayattayken gizli gizli muhalefet etmelerine rağmen, ona karşı çıkamamış olan, fakat onun ölümünü fırsat bilerek, peygamberden sonraki siyasî otoriteyi tanımayan kabilelerden meydana geldiği de göz önünde tutulursa, siyasal boyutları da bulunduğu görülebilir. Siyasî fikir hürriyeti açısından yaklaşıldığında, her ne kadar herhangi bir dine mensup olmak, ya da bir dinden başka bir dine girmek siyasal nitelikli algılanamayacak bir hadise olarak değerlendirilebilirse de, özellikle ilk dönem İslâm toplumunun siyasal yapılanması dikkate alındığında ridde’nin de siyasal bir boyut taşıdığı söylenilebilir. Zira, peygamberin getirdiği mesajın içeriği, içerisinde bulunduğu toplum ve daha sonraki zamanlarda müşrikler tarafından siyasal nitelik algılanmış olduğu için, dinden dönenin de ister istemez bu yapılanma içerisinde rol alabileceği görülmektedir. İslâm hukuku açısından dinden çıkma, aynı zamanda devlete isyan etme ve hatta devletin ve milletin bütünlüğüne saldırma gibi neticelere yol açabilir. Bu nedenle riddenin fukahâ tarafından basit bir fikir değiştirme olayı olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir suç olarak değerlendirilmiş olması ve bu değerlendirmenin gereğine göre dinden dönene hayat hakkı tanınmamış olması zamanın şartları çerçevesinde doğal karşılanmalıdır.
Yol kesicilik (kat`u't-tarik) İslam Hukukunda ağır cürümlerden kabul edilmektedir. Hırsızlık bahsinde de geçtiği üzere yol kesicilik Sirkatü'l-Kübra (büyük hırsızlık) olarak değerlendirilmektedir. Kat`u't-Tarik suçunun cezasının beyan olunduğu Maide Suresinin 33. ayetinde geçtiği üzere yol kesicilik "Allah ve Resulüne savaş açmak" olarak tanımlanmaktadır. Çünkü seferde olanlar Allah'ın emanı altındadır ve yol kesiciler Allah'ın emanı altında olan kimselere saldırmaktadırlar, bu nedenle onlar Allah'a savaş açmış gibidirler. İslam Hukukunda bu derece büyük bir suç olarak kabul edilen yol kesiciliğin tarifini genel olarak fakihler şu şekilde vermektedirler : "İslam Devleti sınırları içerisinde yaşayan, Müslüman ya da zımmilerden olan kimselerin yine Müslüman ya da zımmilerden olan kimselerin yollarını keserek mal, para, eşya yahut canlarına kastetmesine Kat`u't-Tarik denilir." Yol kesme , alenen suç işleme, insanları korkutma, mallarını zor kuvvet yoluyla almak ve böylece yol emniyetini ihlal ederek ortadan kaldırmaktır. Huzur ve güvenlik içerisinde seyahat etmekte olan insanların huzurunu bozarak, onları can ve mal endişesiyle yollarda seyahat etmeye zorlamaktır. Bu şekilde topluma zarar veren bir davranış olan kat`u't-tarik'in cezası da elbette o derece büyük olmalıdır. Allah Teala, Kur'ân-ı Kerîm’de yol kesiciliğin yasaklığı hakkındaki hükmü ve bu suçun cezasını şu şekilde beyan etmektedir : "Allah ve Resulüne (mü'minlere) Harp açanların yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesatçılığa koşanların cezası, ancak, öldürülmeleri, ya asılmaları yahut (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazvari kesilmesi, yahut da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. (Maide, 5/33)" Ayet-i Kerimeden de anlaşıldığı üzere, kat`u't-tarik suçunun cezası dört şekilde takdir olunmuştur; öldürülmek, asılmak, sağ elleriyle sol ayaklarının kesilmesi ve bulundukları beldeden sürülmek. Hakim, yol kesme suçunu işleyen kimselere bu cezalardan birini verecektir. Ancak bu suçu işleyenlere bu dört cezadan birini verirken işlediği suçun, suç oranını göz önünde bulundurur. Şöyle ki; Kutta`u't-tarik (yol kesiciler) yol keserken, yolunu kestiği kimseleri öldürmüş ve mallarını almışsa sağ elleri ve sol ayakları çaprazvari kesilip asılırlar. Mal almadan, sadece yolcuları öldürmüşse öldürülürler. Yol kesiciler, adam öldürmez, fakat mal alırlarsa sağ elleri ve sol ayakları çaprazlamasına kesilir. Mal almaz, adam öldürmez, sadece yol keserek insanları kor-kuturlarsa sürgün edilirler. Sürgünden maksat, suçluyu memleketi dışında bir yerde hapsetmektir. Kat`u't-Tarikden dolayı icâp eden hadd-i şer`i affedilemez, bu suçta sulh ve ibra da caiz olmaz. Yol kesme devletin emniyet ve asayişini ağır şekilde ihlal etmek demektir, dolayısıyla bu suçta hakkullah vardır. Ayrıca bu tür suçların affedilmesi, verilen cezaların caydırıcılığını ortadan kaldırıp, aynı suçu işlemek niyetinde olanları teşvik etmek anlamına gelir. Yol kesenler ister bir ya da daha fazla kişi olsun yaptıklarına karşılık hepsi aynı cezayı alır, af olmadığı gibi cezada hafifletme de söz konusu değildir. Adam öldürüp, mal alırlarsa hepsi birden sağ elleri ve sol ayakları kesilerek, canlı olarak, asılırlar, hatta İmam Muhammed'e göre asıldıktan sonra karınları deşilerek üç gün asılı bekletilirler. Mal almaz adam öldürürseler hepsi birden öldürülürler, adam öldürmez, mal alırlarsa sadece sağ el ve sol ayakları kesilir, adam öldürmez ve mal da almazlar, sadece insanları korkuturlarsa, bulundukları beldeden başka bir yerde hapis olunurlar, gerçek anlamda tövbe edinceye kadar bu hapis devam eder. İbn Rüşd'ün belirttiğine göre ise, hakim yol kesiciler adam öldürmüş olsun olmasın, mal almış olsun olmasın, bu cezalardan dilediği herhangi bir veya birkaçını verebilir. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:51 | |
| ISLÂM HUKUKUNDA BORÇLULAR ÜÇ KISIMA AYRILIR
Mâlî durumu iyi olup, borcunu ödemek istemeyenler; darda olup, ellerinde hiçbir malı olmayanlar; malı borcuna denk veya borcu daha fazla olanlar. Bu somuncunun vadesi gelen borçları ödenemiyor ve mevcut mal varlığı da borcu karşılayamıyorsa iflâs problemi ortaya çıkar. Ebû Hanîfe'ye göre, borçlar mal varlığını aşsa bile, bir kimse borçları yüzünden hacr (kısıtlılık) altına alınamaz. Çünkü aklı yerinde olduğu için tam ehliyetlidir ve başarılı bir işletme ile mal varlığını çoğaltması mümkündür. Böylece onun tasarruf ve insanlık hürriyeti korunmuş olur. Ancak bu durumda kendisine borçlarını, ödemesi emredilir. Bunu yapmazsa, malını bizzat satıp borçlarını ödemesi için hapsedilir. Hâkim, borçlunun malını satamaz. Ancak, varsa paralarını ve borçların cinsinden olan mallarını alacaklılarına istihsân yoluyla verebilir. Borçluyu hapsetmenin sebebi, borcun vadesinde ödenmemesi yüzünden alacaklıların zarara sokulması ve onlara haksızlık edilmesidir (el-Meydânî, el-Lübâb, II, 20; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l Islâmî ve Edilletüh, lV, 132). Ebû Yûsuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, vadesi gelen borcu, mal varlığını aşan borçlular, alacaklıların isteğiyle hâkim tarafından hacredilir. Bu kimse iflâs etmiş sayılır. Mâlikîler bu durumda hacr için mahkeme kararını da gerekli görmezler. Hacirle, alacaklıların haklarına zarar verebilecek tasarruflar önlenmiş olur. Alacaklılar icâzet vermedikçe vakıf, hibe, sadaka, velâyet ve başkasına yeni bir borç ikrarı gibi tasarruflar muteber olmaz. Herhangi bir malı rayiç bedeliyle satmış olurlarsa, bedeli alacaklılara ait olur. Bu satış rayiç bedelin altında bir fiyatla olmuşsa alacaklıların icazetine bağlıdır. Alıcı da muhayyer olup, isterse bedeli tamamlar, dilerse akdi bozar (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 101; AbdülKadir Şener, "Islâm Hukukunda Hacr", A.Ü.I.F. Dergisi, c. XXII, s. 339). Bu gibi tasarruflarda borçlunun ehliyeti, mümeyyiz küçük gibi olur. Alacaklılarına zarar verecek mâlî tasarrufları, onların icazetine bağlıdır. Bu tasarruflar hibe, vakıf gibi teberru kabilinden olsun veya kıymetinden daha az bir bedelle satmak yahut kıymetinden çok bir fiyatla satın almak gibi, satış bedelinde müsamahayı kapsayan ıvazlı akitlerden olsun müsavidir. Hâkim, borcunu ödemeyen borçlunun mallarını satıp, bedelini alacaklılara bölüştürür. Satışa, önce bozulacak mallardan başlanır. Sonra telef olacaklar, daha sonra da gayri menkuller satılır. Ancak borçlunun ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri zaruri ihtiyacına ait şeyleri satamaz (Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 103; Damad, Mecmau'l-Enhur, II, 443). Ebû Hanîfe'ye göre, hâkim borçluyu 2-3 ay hapsettikten sonra, malı olduğuna dair belirti bulunmaz veya gerçekten yoksul olduğu ortaya çıkarsa, "Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa ona, genişleyene kadar mühlet verin" (el-Bakara, 2/280) ayeti uyarınca serbest bırakır. Fakat alacaklılar, onu takip eder. Yeniden ödeme gücüne kavuşursa, bunu aralarında paylaşırlar. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre ise, yoksul borçlular yeni mal kazandığı sâbit olana kadar takip edilmezler. Çünkü yukarıdaki ayet onlara çalışıp kazanmak için bir mühlet vermeyi öngörmektedir (el-Meydânî, a.g.e, 21-23). Ebû Hanîfe'nin borçlulara tanıdığı bu geniş hürriyet zamanla kötüye kullanılmış, borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş veya hibede bulunmuştur. Işte bu durum karşısında müteahhirûn (sonraki) fakihler borcu servetini aşmış kimselerin hacr altında olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça vakıf ve hibe gibi tasarruflarının nâfiz (yürürlükte) olmayacağına fetvâ vermişlerdir. Kanunî ve II. Selim devirlerinde şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği maruzatında bu hususu açıkça belirtmiştir | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:52 | |
| Magna Carta Libertatum Vikipedi, özgür ansiklopedi Magna Carta. Bildirgenin İngiltere kralı John tarafından imzalanmış orijinali kaybolsa da dört kopyası varlığını sürdürmüştür. Resimdeki, arşivlerce saklanmış olan, 1225 yılında kral III. Henry tarafından yaptırılmış nüshasıdır. Magna Carta (Latince "Büyük Sözleşme") veya Magna Carta Libertatum (Latince "Büyük Özgürlükler Sözleşmesi") 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir. Aslen, Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır. Kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılıyordu. Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır. Magna Carta’nın 39. maddesinde yer alan; “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek veya mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” hükmü, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli kurallar getirmiş olup, hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede yerleşmesine neden olmuştur. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:52 | |
| Magna Charta Libertatum 19 Haziran 1215 1. Her şeyden önce, Tanrı’nın önünde diz çöktük ve bizim ve varislerimiz için İngiliz Kilisesinin sonsuza dek özgür olduğunu, haklarına eksiksiz bir şekilde, özgürlüklerine de kısıtlanmadan sahip olması gerektiğini bu sözleşme ile teyit ettik. İngiliz Kilisesi için çok önemli ve gerekli görülen seçim özgürlüğünü, baronlarla aramızda çıkan ihtilaftan önce, tamamen kendi irademize dayanarak kabul etmemizden ve efendimiz Papa III. Innocent tarafından da tasdiklerini aradığımız bu sözleşmeyi onaylamamızdan doğacak her şeyin, aynen korunmasını diliyoruz. Bu sözleşmeye biz uyacağız; varislerimizin de sonsuza kadar samimiyetle bu sözleşmeye uyacaklardır. Aşağıda sıralanan tüm özgürlüklere bizim ve varislerimizin sahip olmasını ve olmaya devam etmesini krallığımızın bütün özgür insanlarına kabul ettirdik. Bu bizim ve varislerimiz tarafından onlara ve onların varislerine de kabul ettirilmiş sayılmalıdır. 12. Krallığımızda, ülkemizin Genel Meclisinin izni olmadıkça zorla, askerlik hizmeti karşılığı olarak vergi ya da yardım parası alınamaz. Fiziksel varlığımızın diyet verilerek esaretten kurtarılması, en yaşlı oğlumuzun şövalyeliğe kabul töreni veya en büyük kızımızın ilk evliliği durumları bunun dışındadır. Bu üç amaç için makul bir yardım talep edilebilir. Londra kentinin yardım paraları da benzer bir biçimde ayarlanacaktır. 13. Londra kenti, eskiden sahip olduğu tüm özgürlüklerini ve geleneklerini hem karada hem de denizde koruyacaktır. Ayrıca, tüm kentlerin, arazilerin, çiftliklerin ve limanların da kendi ayrıcalıklarını korumalarını istiyor ve onlara bu hakkı bahşediyoruz. 14. Eğer yukarıda bahsedilen o üç durumun dışında yardım parasının ya da askerlik yapmama karşılığında alınacak verginin miktarını belirlemek sözkonusu olursa, Krallığımızın Genel Meclisinin toplanması amacıyla, en az 40 gün önceden olması koşuluyla, belirli bir gün ve yerde toplanabilmeleri için, tüm başpiskoposları, piskoposları, manastır başrahiplerini, kontları ve büyük baronları mühürlü mektuplarla çağıracağız. Ayrıca, en yüksek mevkideki tüm kişileri şerifler ve görevli memurlarımız vasıtasıyla toplantı için çağıracağız. Tüm çağrı mektuplarında toplantının gerekçesini de açıklayacağız. Ve böylece başarıyla yerine getirilen bir çağrıdan sonra, sözkonusu olan iş, çağrılanların tümü gelmemiş olsa bile, sadece katılanlardan oluşan meclis tarafından kararlaştırılan günde yerine getirilecektir. 16. Hiç kimse, asilzadelerin ücreti için ya da diğer herhangi bir kiralık arazi için gerekli olandan daha fazla hizmet vermeye zorlanamaz. 20. Özgür bir adam suçun derecesine göre küçük bir suç için yalnızca para cezasına çarptırılabilir. Büyük çaplı bir suç, suçun büyüklüğüne göre para cezasına çarptırılabilir ve bir tüccar da malları korunarak aynı şekilde cezalandırılabilir. Aynı şekilde, bir cani, eğer bizim merhametimize mazhar olursa, para cezasına çarptırılabilir. 38. Bundan böyle hiçbir hakim her hangi bir kimseyi ilgili olayda doğru ve güvenilir deliller ortaya koymadan dava edemez. 39. Kendi zümresinden olanlar ya da ülkenin ilgili yasalarına uygun olarak verilen bir karar olmadıkça hiçbir özgür kişi tutuklanamaz, hapse atılamaz, mal ve mülkü elinden alınamaz, sürgüne yollanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye maruz bırakılamaz. 40. Kimseye hakkı ya da adaleti satmayacağız, menetmeyeceğiz ya da geciktirmeyeceğiz. 41. Bütün tüccarlar, kadim ve yerleşmiş geleneklere tabi olmak koşuluyla bütün kötü vergilerden muaf olarak alışveriş yapmak amacıyla kara veya deniz yoluyla emniyetli bir şekilde İngiltere’nin dışına çıkabilirler, İngiltere’ye girebilirler, İngiltere’de oyalanabilirler ya da transit geçiş yapabilirler. Bu olanakları bize karşı savaşan bir ülkenin tüccarları olma durumu hariç savaş zamanında da güvence altındadır. Bize karşı savaşan ülkenin tüccarları savaşın başlangıcında ülkemizde bulunurlarsa biz ya da baş yargıcımız, bize karşı savaşan ülkedeki tüccarlarımızın nasıl muamele gördüklerini tamamıyla öğrenene değin, mallarına ve canlarına zarar vermeksizin, gözaltına alınacaklar ve eğer bizim tüccarlarımız orada bir zarar görmemişlerse onlar da ülkemizde emniyet içinde olacaklardır. 45. Krallığın yasalarını bilmeyen ve bu yasalara tümüyle uyacağına kanaat getirmediğimiz kişileri hakim, vali, şerif ya da sınırlı yetkili hakim olarak atamayacağız. 51. Atlı ve silahlı olarak ülkemize zarar vermek için gelmiş olan tüm yabancı kökenli şövalyeleri, okçuları, kiralık askerleri ve vasalleri barış sağlanır sağlanmaz sınırdışı edeceğiz. 61. Krallığımızda eskiden beri varolan koşulların daha iyi bir hale getirmek, baronlarla aramızda mevcut olan ihtilafın en hayırlı bir biçimde sonuçlandırmak ve Tanrı’nın rızasını kazanmak için yukarıda sayılan maddeleri onayladıktan sonra, şimdi de kapsamlı ve sürekli bir istikrardan yararlansınlar diye aşağıdaki güvenceyi veriyoruz. Krallığımızın sınırları içerisinde bulunan baronlar kendi aralarından diledikleri 25 kişiyi seçecekler ve bu 25 kişi tüm güçleriyle, halihazırdaki bu fermanla kendilerine bağışladığımız ve teyit ettiğimiz barışı ve özgürlükleri uygulayacaklar, bunlara uyacaklar ve karşı tarafın da uymasını sağlayacaklardır. Bu şu şekilde olacaktır: Eğer biz ya da başyargıcımız veya memurlarımız ya da emrimizdeki herhangi bir kimse, herhangi bir durumda, herhangi birine karşı suç işler, güvenlik ve barış kararlarından herhangi birini ihlal ederse ve eğer bu hareket adı geçen 25 barondan sadece dördü tarafından öğrenilirse, bunlar bize gelerek veya yurtdışında isek başyargıcımıza giderek, işlenen suçu bildirecekler ve bu haksızlığı hiçbir gecikme olmaksızın gidermemizi talep edeceklerdir. Bu hatayı, biz ya da yurtdışında isek başyargıcımız düzeltmezse, dört baron olayı geri kalan 21 baronun önüne götürecek ve bütün ülkeyi de arkalarına alarak , kalelerimizin, topraklarımızın ve mülkümüzün elimizden alınması yoluyla, olay kendi isteklerine uygun bir biçimde yeniden yoluna girene dek, bize uygun bir biçimde baskı yapacaklar, haciz uygulayacaklar ve ellerinden başka ne geliyorsa onu yapacaklardır. Ama bu arada bizim, kraliçenin ve çocuklarımızın şahısları dokunulmadan korunacaktır. Ve eğer bir değişiklik yapılırsa daha önceden söz konusu olan uygulamaya uygun bir şekilde yapılacaktır. 63. Bundan dolayı, İngiliz kilisesinin özgür olacağını, ülkemizdeki tebaanın belirtilen bütün yerlerde ve bütün konularda yukarıda bahsedilen bütün özgürlüklere, haklara ve imtiyazlara hem kendileri için hem de varisleri için tam olarak ve serbest bir biçimde sahip olmalarına karar verdik. Ayrıca hem kendi adımıza hem de baronların adına, yukarıda bahsedilen bütün hükümlere her hangi bir kötü niyet olmaksızın iyi niyetle uyulacağı üzerine yemin edildi. Saltanatımızın on yedinci yılında, Haziranın on beşinci gününde Windsor ve Stanes arasındaki düzlükte tarafımıza tevdi edildi. Magna Charta’nın kısmi bir Türkçe çevirisi Musulin (1983) içerisinde yer almaktadır. Bkz: Janko Musulin, Hürriyet Bildirgeleri – Magna Charta’dan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, İstanbul: Belge Yayınları, 1983:30-33. Bkz: The Great Charter of English Liberty, Granted by King John at Runnymede, June 15, A.D. 1215. İngilizce tam metin için: The Avalon Project : Magna Carta | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:53 | |
| İSLÂMİYETTEN SONRAKİ TÜRK HUKUKU Bilindiği gibi Türkler, dünya tarihinin en dinamik ve kudretli milletlerinden biridir. Üç kıtada çeşitli kültür ve medeniyet sahaları içinde bir çok devletler kurmuş Türk Milletinin binlerce senelik hukuk tarihlerini böyle kısa sürede takdim edilmesi planlanan bir tebliğde incelenmesi mümkün değildir. Ancak "bir şey tamamen elde edilmezse onu tamamen terk etmek de doğru olmaz" kaidesince, belki büyük bir deryadan küçük bir katre misali Türklerin hukuk tarihinden bahsetmek belli bir zaruretin neticesidir. Zira geçmişini bilmeyen millet geleceğe hazırlanamaz. Türkler, Avrupa ve Asya arasında uzanan bozkırların, at besleyen ve uzak doğu ile Önasya ve Ortaavrupa arasındaki istila ve göç yollarını yüzyıllarca kontrol altında bulundurmuşlardır. Atlı, göçebe ve savaşcı bir millet olarak tanınan Türklerin, büyük bir kolaylık ve süratle tarihî kültür sahalarının birinden diğerine geçmeleri ve yerleşmeleri tarihçileri şaşırtmıştır. Bu nedenle Türklerin tarihlerinin her safhasında, her çeşit medeni teşkilattan mahrum ve göçebe geleneğinden kurtulamamış basit askerler olarak kaldıkları zannedilmiştir. Türklerin Memleketi veya Turan Ülkesi diye adlandırılan Türkistanda avcı veya göçebe olarak yaşayan ve müslüman olmayan Türklerin bir hukuk sistemi varmıydı? Timur'un oğlu Şah Ruh Mirza'nın yaptırdığı bir araştırmaya dayanarak Türkler'in "Nice bin yıldır icra olunan" kanunlara sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bizim üzerinde duracağımız konu bu değildir. Biz, burada sadece Türklerin müslüman olduktan sonraki hukuk sistemleri üzerinde duracağız. Gerçekten Türklerin tarihçe-i hayatlarında İslâmiyetin tesiri altındaki hukuklarının ayrı bir önemi vardır. Türkler fasılasız olarak tam 986 yıl İslâm hukukunu uygulamışlardır. Ayrıca bu konuda daha önceki hukuk sistemlerine nazaran daha fazla ve sağlam bilgilere sahip bulunmaktayız. Yine İslâm hukuku, 1926 yılına kadar Türkiye'de uygulanmış ve bugün hâlâ bir kısım İslâm ülkelerinde uygulanmaktadır. Bu nedenle hem tarihî hem de güncel bir mevzudur. Bilindiği gibi başlangıçta Türkler İslâmiyete biraz soğuk bakmışlardır. Ancak zeki bir millet olan Türkler, Müslümanların hakimiyetlerinin sağlam esaslara dayandığını ve müslümanların idaresi altında Ön ve Orta Asya arasında medenî ve ticarî münasebetlerin kolaylığını görünce, İslâm dinine karşı ilgi duymaya başlamışlardır. Bir kısım küçük Türk beyliklerinden sonra Orta Tiyanşan'da yaşayan Karahanlılar'ın güçlü hakanı Saltuk Buğra Han "Abdülkerim" adını alarak 920 yılında İslâm dinini kabul etmiştir. İşte bu olay nice yüzyıl sürecek olan Türk tarihinin kaderini değişmiştirmiştir. 940 yılında devlet olarak İslâm hukukunu uygulamaya başlayan Karahanlılar, ilk Müslüman Türk Devleti olarak tarihe geçmişlerdir.
Türkler, müslüman olduktan sonra küçüklü büyüklü 100'e yakın devlet kurmuşlardır. Bunların en uzun ömürlüsü ise 625 yıl ile Osmanlı Devleti olmuştur. Hem İslâm hukukunu uygulayan son Türk devleti hemde en uzun ömürlüsü olması açısından Osmanlı Devletinin, Türk-İslâm Devletleri arasında ayrı bir yeri ve önemi vardır. Türklerin müslüman olmasının Türk Hukuk Tarihi açısından önemli sonuçları vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: 1-Daha sonra Selçuklu ve Osmanlılarla üç kıtaya hakim olacak Türkler'in, hakimiyet merkezi Moğolistan'dan Doğu Türkistan'a nakledilmiş, böylece açık denizlere ulaşmak için bir başlangıç yapılmıştır. 2- İslâmiyeti safiyetinden uzaklaştırmak isteyen Sasanilerin sinsi planları gerçekleşememiş ve İslâmiyet günümüze kadar ilk günkü safvetini korumuştur. Karmatiler, Zerdüştiler ve benzeri fesat çetelerine karşı Bağdat'daki Abbasi halifeleri bizzat Oğuzlar ve diğer Türk kabilelerine mektuplar göndererek onları "İslâm'ın Kılıncı" olmaya davet etmiştir. Türkler de asırlar boyu bu vazifeyi seve seve yerine getirmişlerdir. 3- Kendilerini İslâmı korumak için Allah'ın ordusu kabul eden Türk milleti, sadece cephelerde kılıç sallamakla kalmamıştır. Kıyamete kadar en etkili silah olan ilimde zirveye ulaşmış ve İslâm dininin her meselesinde en isabetli araştırmaları yapmışlardır. Böylece onu gelecek nesillere aktarmakta da büyük vazifeler yüklenmişlerdir. Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'nin en mümtaz talebesi İmam Muhammed'in altı temel eserine sadece Karahanlılar zamanında üçyüze yakın şerh yazılmıştır. Bu eserlerden Serahs'lı Muhammed'in günümüzde de en önemli İslâm hukuku kaynağı olmakta devam eden 30 ciltlik "Mebsut" isimli eseri tam bir hukuk abidesidir. İslâm hukukunun bütün meseleleri bu kısa Karahanlılar döneminde öylesine vuzuha kavuşturulmuştur ki, Osmanlılar dahil olmak üzere daha sonra gelen bütün Türk-İslâm devletlerinde hukukçuların ana kaynağı, bu devirde telif edilen hukuki eserler olmuştur. 4- İslâmı ve İslâm hukukunu ilk benimseyen Türk devleti olan Karahanlılar, ameldeki dört hak mezhepten Hanefi mezhebini kabul edip uygulamışlardır. Bunun sonucu olarak daha sonraki Türk-İslâm devletlerinde istisnai haller dışında hep bu mezhebin görüşleri kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Bugün dünya yüzeyinde yaşayan müslümanların çoğunluğunun Hanefi olması da aynı sebebe dayanmaktadır. Osmanlının son zamanlarında İslâm hukukunun modern kanunlar haline getirilmesi çalışmalarının başı olan Mecellede de yine hanefi hukukçularının görüşleri esas alınmıştır. Mecelleden sonraki çalışmalarda bilhassa Hukuk-ı Aile Kararnamesinde diğer mezheplerin görüşlerine de müracaat edilmiştir. Yine Mecelleyi tadil ve ikmal etmek için yapılan çalışmalarda da zamanın zaruretleri de nazara alınarak Hanefi mezhebi ile bağlı kalınmayacağı hükme bağlanmıştır. Daha sonra bu çalışmalar kanunlaşamadan ilgili komisyonlar lağvedilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, Türkler hiç bir zaman mezhep taassubuna girmemiş ve diğer mezhep hukukçularının görüşlerine de gereken hürmeti göstermişlerdir. Hatta Osmanlı Devletinde Mısır gibi şafi mezhebine mensup beldelere kadı tayin edilirken kadının da şafii olmasına dikkat edilmiştir. Ayrıca kadı huzuruna gelen taraflara ilk sorulan suallerden biri hangi mezhebin usulüne göre yargılanmak istediği olmuştur. Yine devletin çeşitli meselelerinde Hanefi mezhebinde konu ile ilgili görüş bulunmadığı hallerde diğer mezheplerin görüşlerine müracaat edilmiştir. Burada üzerinde durulması gereken üç şey vardır: 1- İslâm Hukuku nedir? Özellikleri, diğer hukuk sistemlerinden farkları nelerdir? 2- Türkler İslâm hukukunu tam olarak uygulamışlar mıdır? Uygulamışlarsa nasıl? Uygulamadılarsa neden? Şimdi bu sorulara sırası ile cevap arayalım. İslâm Hukuku ve Özellikleri Genellikle İslâm hukukunu ifade etmek için şeriat ve fıkıh kavramları kullanılmaktadır. Şeriat, Yüce Yaratıcı'nın elçileri vasıtasıyla kullarının mutluluğu için vaz' ettiği hükümler manasına gelmektedir. Görüldüğü üzere şeriat Allah'ın insanlara gönderdiği itikadi, ahlaki ve hukuki hükümlerin bütününü içermektedir. Bu nedenle sadece hukuki hükümleri içine alan fıkıh kavramının kullanılması maksadı ifade etmesi açısından daha isabetli olacaktır. Ne var ki, artık İslâm hukuku kavramı daha yaygın hale gelmiştir. İslâm hukukunu diğer hukuk sistemlerinden ayıran bir takım özellikleri vardır. İlk olarak İslâm hukukunun menşei Allah'ın iradesidir. Her ne kadar İslâm hukukunun kaynakları Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas olarak belirtilse de netice itibarıyla hepsi de Allah'ın iradesi doğrultusunda noktalanmaktadır. Çünkü Kur'an bizatihi Allah'ın iradesidir. Hz. Peygamber ise Allahtan vahiy veya ilham almadan hüküm vaz' etmemektedir. İcma zaten var olan bir hükmün yorumlanmasıdır. Kıyas ise, benzetme yolu aynı hükme tabi kılmadır. Bu nedenle İslâm hukuku kutsaldır. Diğer hukuk sistemlerinin menşei ise genelde insan iradesidir. Bazı noktalar ilahi iradeye istinat etse de ifade ve değişkenlikleri itabıryla insanların iradesine dayanmaktadırlar. İkinci olarak, İslâm hukukunun müeyyideleri diğer hukuk sistemlerinden farklı olarak düalist yani ikilidir. Dünyevi müeyyidelerinin yanında birde uhrevi müeyyideleri ile insanları çepeçevre sarmıştır. Her nasılsa dünyevi müeyyidelerden kurtulan kişi ahirette ilahi adalete hesap verme duygusu içinde olduğu için caydırıcılık unsuru diğer hukuk sistemlerine nazaran daha ağır basmaktadır. Bunun en çarpıcı örneğini Cuma vaktinde yapılan alış-veriş oluşturmaktadır. Bilindiği üzere cuma vaktinde yapılan alış veriş hukuken geçerli fakat diyaneten haram kabul edilmiştir. İslâm hukukunun diğer önemli bir özelliği ise, değişken olmamasıdır. Bütün insanlara ve bütün zamanlara hitap etmekte, başka bir ifade ile yer ve zaman açısından evrensel bir nitelik arzetmektedir. Menşei ilahi olduğundan konulması ve kaldırılması tamamen ilahi iradenin çizdiği sınırlar içinde olmaktadır. Zaten genel esasların değişmesi ve değiştirilmesi söz konusu olamaz. Bütün insanlar eşittir, cezalar şahsidir prensiblerinde olduğu gibi. Kur'anda ve sünnette temellenmiş olan gerek özel hukuka gerekse kamu hukukuna ait hükümlerin de değişmesi ve değiştirilmesi mümkün değildir. Çünkü İslâm inancına göre Allah ve onun elçisi her şeyin en doğrusu bilendir ve mutlaka insanların yararına olan hükümler vaz' etmişlerdir. Teferruata ilişkin olan ve kitap ve sünnette tanzim edilmemiş olan hükümler ise yere ve zamana göre değişiklik arzedebilir. Nitekim Mecellede bu husus " Azmanın tağayyuru ile ahkamın tağayyuru inkar olunamaz" şeklinde ifade edilmiştir. Örf ve adet kaideleri bunun en güzel misalidir. Çünkü bir yerde örf ve adet haline gemiş olan bir hususun başka bir yerde örf ve adet haline gelmemesi veya tam aksinin örf ve adet haline gelmesi normaldir. Zaten hayatla birlikte değişen de bu nevi kurallardır. Yoksa cezaların kanuniliğinin, şahsililiğinin yere ve zamana göre değişmesi düşünülemez. İslâm Hukukunun Kaynakları Hukukun kaynağı denilince, hukuk kaidelerinin nereden geldiği ve dayanağının ne olduğu kasdedilmektedir. Bu manada İslâm hukuku kaynaklarını asli va tali olmak üzere ikili bir ayrıma tabi tutarak incelemek mümkündür. Asli kaynaklardan maksat, Kitap (Kur'an), Sünnet, İcma ve Kıyastır. Kitab'ın diğer adı İslâmın temel kitabı olan Kur'andır. Kur'an Hz. Peygambere 610 yılında inmeye başlayan ve 23 yıl peyderpey inen kutsal kitabın adıdır. Kur'an, İslâmın en temel normu, başka bir ifade ile anayasasıdır. Ne var ki, buradaki anayasa kavramı bugünkü anlamından biraz farklılık arzetmektedir. Zira her ne kadar en genel norm anlamında ise de zaman zaman teferruata ilişkin hükümlere de yer verilmiştir. Asıl metodu genel prensipler vaz' edip kalan kısmın zamanın yüksek otoritesi tarafından kullanılmasıdır. Hz. Peygamber hayatta iken bu yetkiyi kullanmıştır. Ondan sonra gelen halifeler de bu yetkiyi kullanmışlardır. İleride de belirtileceği üzere Türk-İslâm özellikle de Osmanlı kanunnamelerinin hukuki dayanağı işte Kur'anın bu prensibidir. Kısaca Kur'an, genel bir kanun kitabı olmaktan ziyade bir maslahat kitabıdır. Yani onda ihtiyaç duyulan şeylerin en önemlilerine küçük büyük demeden yer verilmiştir. Ayrıca o sadece bir kanun kitabı değildir. Hukuki hükümlerin yanında itikadi hükümlere yer verildiği gibi ahlaki hükümlere de yer verilmiştir. Hatta hukuki hükümler diğer hükümler yanında çok az (onda bir kadar) yer kaplamaktadır. Sünnet ise, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine denmektedir. Sünnetin ihtiva ettiği hükümler birbirinden farklıdır. sünnet, bazan Kur'anın vaz' ettiği hükümleri teyit eder. Bazan Kur'anın müphem bıraktığı meseleleri şerheder. Bazan Kur'anın genel hükümlerini kayıtlar. Bazan da Kur'anın hiç bahsetmediği yeni meseleleri hukuki çözüme kavuşturur. Kur'anın indirildiğinde çeşitli şeyler üzerine yazıldığını biliyoruz. Buna mukabil sünnet, yazılmamasına rağmen bize kadar nasıl ulaşmıştır? Hemen ifade edelim ki, müslümanlar Hz. Peygamber'in sünnetini nakletmede olağanüstü titizlik göstermişlerdir. Öyle ki, sünnetin nakli ile ilgili bir ilim dalı dalı (Hadis Usulü) dahi teşekkül etmiştir. İftiharla belirtelim ki, burada da en büyük rolü yine Müslüman Türkler oynamışlardır. Buhari ismi ile meşhur hadis kitabı en sağlam kabul edilen altı kitabın en meşhurudur ve Buharalı bir alim tarafından vücuda getirilmiştir. İcma-ı ümmet de denen icma, ittifak etmek anlamına gelmektedir. Hukuki kavram olarak aynı asırda yaşayan müslüman ve müçtehit hukukçuların herhangibir şer'i hüküm üzerinde ittifak etmelerine denmektedir. İcma, bazan Kur'an ve Sünnet'teki hükmü teyit eder, bazan da açıklığa kavuşturur. Bir meselenin icma olarak kabul edilebilmesi için, irade açıklayanların müslüman ve müctehit olması, bu şartlara haiz olanların bütününün ittifak etmeleri, durumun Hz. Peygamber'in vefatından sonraki bir dönemde meydana gelmesi ve icmanın konusunu şer'i bir meselenin teşkil etmesi gerekir. İcma sarih olabileceği gibi zımni de olabilir. Kıyas'a gelince, aralarında illet benzerliğinden dolayı, hakkında açık hüküm bulunan şer'i bir meselenin hükmünü diğerine de uygulamaktır. Kısaca kıyas bir içtihat hadisesidir ve iki mesele arasındaki illet benzerliğini bulma gayretidir. Sanırım burada İslâm hukukunda içtihat hususunda biraz bilgi vermek yerinde olacaktır. Bilindiği gibi içtihat, müçtehit hukukçunun İslâm hukuku kaynaklarına dayanarak hüküm çıkarmasına denmektedir. Kitap ve Sünnet'te hukuki bir mesele hakkında açık hüküm bulunmadığı zaman meseleyi çözümleyebilmek için ehliyetli kişilerce içtihat yapmak gerekir. Öyleyse içtihat, İslâm hukukunun dinamizmini, canlılığını başka bir ifade ile hayata uymasını sağlayan en önemli unsurdur. Zira yüzyıllar sonra ortaya çıkacak bir mesele hakkında her zaman Kur'an'da ve Sünnet'te hüküm bulmak mümkün değildir. İşte bu boşluğu doldurma görevi müçtehit hukukçunundur. Bu, devlet başkanı olabileceği gibi sıradan bir vatandaş ta olabilir. Ancak içtihat edebilme ehliyetine sahip olması gerekecektir. Görüldüğü üzere İslâm hukuku teferruata ilişkin hükümlerin doldurulmasını dahi ehliyetli ellere bırakmıştır. Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Acaba her devirde özellikle günümüzde içtihat yapmak mümkün müdür? Bu soruyu cevaplandırabilmek için müçtehitler arasında bir ayrım yapmak gerekecektir. İlki mutlak müçtehittir. Dört mezhebin kurucuları gibi. İkincisi, mezhepte müçtehittir. Belirli bir mezhebin metodlarına bağlı olarak içtihat yapanlar. Ebu Yusuf ve İmam muhammed gibi. Üçüncüsü, meselede müçtehiddir. Bütün İslâm hukukunda olmasa da belirli konularda içtihat yapabilen hukukçulardır. Serahsi, Halvani gibi. Dördüncüsü, tahriç sahibidir. İçtihat yapamayan ancak bir kaç manaya gelebilen görüşleri izah edebilen hukukçudur. Yine Türkistanlı Kasani ve Merginani gibi. Beşincisi, tercih sahibidir. Mevcut görüşlerden birini tercih edebilen hukukçudur. Ebussud ve İbni Kemal gibi. Altıncısı, temyiz sahibidir. Muteber olan ve olmayan görüşleri ayırabilen hukukçudur. Halebi gibi. Yedincisi, sırf mukallitdir. Eski hukukçuların görüşlerini sadece nakleden hukukçudur. Bu ayrımı yaptıktan sonra 9. veya 14. asırda içtihat kapısı kapanmış mıdır, sorusuna cevap arayabiliriz. Tarihi bir vakıa olarak kapandığı iddia edilen kapı sadece mutlak müçtehitlik kapısıdır. İslâm hukukçuları yeni bir mezhebin tesisi için yeni bir içtihat usulünün vaz'ına karşı çıkmışlardır. Sonu gelmeyecek yeni usuller ve mezhepler sebebi ile hiçbir lüzum ve zaruret olmadan boş münakaşaların ortaya çıkmasını istememişlerdir. Yoksa diğer içtihat çeşitleri İslâm hukukunun dinamizmini sağlayan en önemli kurumdur. Bunların en güzel misallerini ise kütüphaneler dolusu fetva mecmuaları teşkil etmektedir. Tali Kaynaklar
İslâm hukukunda bütün mezheplerce kabul edilen asli kaynaklarının yanında, bazı mezheplerce kabul edilen, buna rağmen diğer bir kısım mezheplerce kabul edilmeyen kaynaklar da vardır ki, bunlara tali kaynaklar denmektedir. İslâm hukukunda ve özellikle İslâmiyetin tesiri altındaki Türk hukukunda sık sık başvurulan bu kaynaklara kısaca da olsa yer vermeden geçemiyeceğiz. Bu kaynakların başında İstihsan gelmektedir. Bir şeyi güzel görmek anlamına gelen İstihsan, müctehit hukukçunun zaruret, muteber bir örf-adet kaidesi veya daha kuvvetli bir kıyas sebebi ile kapalı kıyası açık kıyasa veya özel bir hükmü genel bir hükme tercih etmesidir.Osmanlı hukukunda uzun tartışmalara sebep olan nakit para vakfı bunun en güzel misalini teşkil eder. Tali kaynakların ikincisini İstislah, bugünkü adı ile amme maslahatı teşkil eder. Amme maslahatı bütün hukuk sistemlerinde kanun yapma faaliyetlerinin temelini teşkil eder. İslâm hukukunda kanun koyucu Allah ve O'nun Peygamberidir. Ancak bu kanun koyucular tarafından bazı konulardaki yasama yetkisi zamanın ülülemrine verilmiştir. Ülülemr, kendisine verilen bu içi boş yasama yetkisini kullanırken amme maslahatını esas alacaktır. Ammenin muhtaç olduğu bazı menfeatlerin temini ve ammeye zararlı olan şeylerin bertaraf edilmesi hep amme maslahatına istinaden yapılmıştır. Osmanlı Kanunnamelerinde had ve kısas cezalarının yanında siyaset adı altında verilen cezalar işte bu prensibe istinat etmektedir. Bu nedenle amme maslahatı örfi hukukun temelini teşkil etmektedir. O halde eski Türk sultanlarının iki dudağı arasından çıkan kanunlar belirli bir prensibe dayanmaktadır. Yoksa keyfi bir uygulama değildir. Burada yeri gelmişken şu hususa da temas etmek gerekecektir. Türk-İslâm devletlerinde bu arada özellikle Osmanlı Devleti zamanında sultanların bir takım kişileri idam ettirdiği bilinmektedir. Acaba bunlar sultanların keyfi bir uygulamaları mıdır? Yüzlerce Osmanlı kanunnamesi ve milyonlarla şeriyye sicilleri şahittir ki, Osmanlı devletinde "kadı marifetinsüz" kimsenin bırakınız şahsı tavuğu bile kesilmemiştir. Bu nedenle devlete ve millete ihanet eden, sarayda çeşitli entrikalar çeviren insanların yargılanarak idamına karar verilmelerinde ve bunların icra edilmesinde yadırganacak bir durum olmasa gerektir. Bunu ile sürenler neyi savunduklarının farkında bile değillerdir. Yani bıraksalardı da devleti fesat çeteleri mi yönetseydi? Uygulamadaki bir kaç şahsın hatasını tarihe mal etmek doğru bir davranış olmasa gerektir.
Ayrıca ülülemre vergiler koymak, tapu kadastro muameleleri, nüfus sayımı vb. idari tasarruflar, mahkemelerin yetki ve görevlerinin belirlenmesi gibi adli düzenlemeler ve gerektiğinde diğer mezhep hukukçularının görüşlerine müracaat etmek gibi gibi yetkiler de verilmiştir. Binaenaleyh bu hususlar hep amme maslahatı prensibine dayanmaktadır. İslâm kolaylık dinidir ve bir şeyin yasak olduğuna dair delil bulunmadıkça caiz olması esas prensiptir. O halde İslâm da yasaklandığına dair hüküm bulunmayan hallerde amme maslahatı gereği hareket ederek hükümler koymak İslâm hukukuna aykırılık teşkil etmez. Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması, eski hukuk sistemleri, sahabelerin görüşleri, genel hukuk prensipleri ve örf ve adet kaideleri de tali kaynak olarak kabul edilmiştir. İslâm Hukukunun Tarihi Devreleri a) Türkler'in Müslüman Olmasından Önceki Devre İslâm hukuku doğuşundan günümüze kadar bir kısım devreler geçirmiştir. Bir şeyin başlangıcı ve geçirdiği devreler incelenmeden o şeyin hakkı ile anlaşıldığı söylenemez. Bu nedenle İslâmiyetten sonraki Türk hukukunu daha iyi kavrayabilmek için bu hukukun doğduğu ortama ve doğuş şekline bakmak gerekecektir. Gerçekten İslâm, insanlığın kelimenin tam anlamı ile bir buhran geçirdiği, kızların diri diri toprağa gömüldüğü, kadına insan nazarı ile bakılmadığı, bir erkeğin sayısız kadınla evlenebildiği, bir kadının da sayısız erkekle birlikte olabildiği, kısacası M. Akif'in ifadesi ile "kaplanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bin insan onu kardeşleri yerdi" dediği bir ortamda gelmiştir. Hak ve hukuk tanımaz bu bedevi topluluğu insaniyet mertebesine çıkaran İslâm olmuştur. Gerçekten bugünkü insanlık insan haklarından, kadın haklarından tutun da çevre hakkına kadar ne kadar insani duygu ve düşünce varsa hepsini İslâma borçludur. Yeri gelmişken ifade edelim, günümüzdeki yanlış kanatin aksine insana insan olarak bir takım haklar tanıyan, kadının ayağının altına cenneti koyan, evlenmeyi sınırlayan hep İslâm hukuku olmuştur. İslâm tek evliliği dörde çıkarmamış, sayısız evliliği dört ile sınırlamıştır. Hatta birden fazla evlenmeyi de adalet gibi önemli bir şarta bağlamıştır. Ayrıca köleliği İslâm tesis etmemiş, hatta ortadan kalkması için çeşitli yollar öngörmüştür. Bunların başında yapılan hataların çoğuna ceza olarak bir köle azad etmeyi bir müeyyide olarak öngörmüş olması gelmektedir. Ayrıca kölelik sebebini bire indirmiştir. O zamana kadar borçluluk, ihtiyaç, kuvvetlilik gibi bir çok sebeple köle olabilen insanların sadece savaş yolu ile esir alınmasını caiz görmüştür. Yine kitabet (para karşılığı hür olma akti), vasiyet ile kişinin öldükten sonra kölesinin hürriyete kavuşması ve efendisinden çocuk sahibi olan cariyenin hür olması gibi yollarla kölelere hürriyetin yollarını açmıştır. O halde İslâm daha kalıcı bir yol izlemiş, dünyanın her yerinde yaygın olan köleliği bir çırpıda kaldırıp, kafesten salınan kuşlar gibi köleliğe alışmış insanları başkalarına yem etmemiş, hürriyete alıştırarak onlara bu hakları tanımıştır. Ancak öylesine haklar vermiştir ki, köleler neredeyse imtiyazlı bir duruma gelmişlerdir. "Yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin" gibi Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Bütün bu haklar İslâm da vardı da neden dünyaya belgeler halinde ilan edilmedi? Böyle bir soruya tek cümle ile cevap vermek gerekirse, "var olan şeyin ilanına gerek görülmemiştir" denilebilir. Gerçekten malumu ilana gerek yoktur. İnsanlar olmadığı halde elde ettikleri şeyi ilan ederler. O halde her hukuki müesseseyi kendi yeri ve zamanı içinde ele almak gerekir. Aksi çabalar bizi hatalı değerlendirmelere götürebilir. İslâmiyet ilk olarak 610 yılında Hz. Peygamber'e gelmeye başlamıştır. 23 yıllık Hz. Peygamber dönemi kelimenin tam anlamı ile "Asr-ı Saadet" yani "Mutluluk Asrı" olmuştur. Bütün hukuki problemler vahiy ya da bizzat Hz. Peygamber tarafından çözümlenmiştir. Bu dönemi takib eden Raşit Halifeler devri de İslâm hukukunun teşekkülü açısından önemlidir. Kur'an bu devirde toplanmış, sünnet daha net bir şekilde ortaya konmuş ve Hz. Peygamberin rahle-i tedrisinde yetişen İslâm hukukçuları İslâm hukukundaki içtihadi boşlukları doldurmaya başlamışlardır. Raşit halifeler dönemini takib eden tabiiler devrinde özellikle hadislerin derlenmesi ve içtihadi meseleler ağırlık kazanmış ve bu durum mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Önemine binaen İslâmda mezhepler üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekecektir. İslâmda Mezhepler Mezhep kelimesi gidilen yol anlamındadır. İslâm hukukunda da çeşitli fikir akımlarına da mezhep denmiştir. Mezheperi itikada (inanca) ve amele ait olmak üzere ikiye ayırarak ele almak mümkündür. Burada bizi ilgilendiren ameli mezheplerdir. Bilindiği gibi İslâmda mezhepler, Kur'an ve sünnetin açıkca düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tesbitinde yani içtihatta ortaya çıkmıştır. Yoksa İslâmın temel meselelerinde birlik söz konusudur. Bilindiği üzere amelde mezhepler dört tanedir. Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki. Bunların her birisinin metodunu ve kurucularını incelemeye burada zamanımız yetmez. Ancak özet olarak şunu ifade edelim ki, İslâmda böyle farklı mezheplerin bulunması, İslâmın yorumlanmasında ve uygulanmasında geniş bir hukuk doktrininin ouşmasına ve onun evrensel bir boyut kazanmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Şu hususu da belirtmeden geçemiyeceğiz: Zikredilen mezhep sahiplerinin hiç biri bir hukuk mezhebi kuruyorum diye ortaya çıkmamış ve kimseye gel benim mezhebime katıl diye bir davette bulunmamıştır. Belki İslâm hukukundaki temayüzleri sebebi ile müslüman halk ve ilim adamları, onların sözlerine ve görüşlerine itimat etmiş, zamanla çevrelerinde meydana gelen ilim halkası birer mezhep haline dönüşmüştür. Zamanın değişmesi ile değişen bazı hükümler ise, daha sonra gelen İslâm hukukçularınca fetva adı altında çözümlenmiştir. b) Türkler'in Müslüman Olmasından Sonraki Devre İslâm alemini Zerdüştlük ile birleşen Karmatilerin istilasından ve İslâmi eserlerde kendilerine Türkistan Hakanları, Al-i Efrasyab veya İlk Hanlar da denilen Karahanlılar, İslâm hukukunun en büyük ekolü olan Hanefi mezhebini benimsemişlerdir. Bu mezhep içerisinde zirveye ulaşan birden fazla Türk asıllı hukukçu vardır. İtikatta hak olan iki mezhebten birinin kurucusu olan Maturidi bunların başında gelmektedir. Bir diğeri İmam Muhammed’in kitaplarına şerh yazan El-Hakim'üş-Şehid'dir. Yine bir diğeri Hanefi mezhebinin ikinci İmam-ı Azam'ı unvanına layık görülen Salih El-Halvani'dir. Bunların sayısını çogaltmak mümkündür. Ancak bu kısa tebliğde daha fazla ayrıntıya inmeyi gerekli görmüyoruz. Kısaca belirtmek gerekirse, Karahanlılar devrinde Semerkant, Keş, Buhara, Serahs gibi Türkistan şehirleri birer ilim merkezi haline gelmiştir. Hanefi mezhebinin temel esasları dolayısıyla İslâm hukuku bu merkezlerde en ince teferruatına kadar incelenmiştir. Bunda Müslüman-Türk devlet adamlarının hukukçulara gösterdiği iltifatın büyük payı vardır. Daha sonra Selçuklular devrinde yine İslâm hukuku bütün yönleri ile uygulanmıştır. Hatta Müslüman Türkler tarafından İslâm hukuku alanında hazırlanan ilk resmi hukuk kodu devrin sultanı Melikşah tarafından hazırlattırılmıştır(1072-1092). Bu dönemin en önemli eseri günümüzde dahi en önemli kaynaklar arasında yer alan Nizamül Mülk'ün Siyasetname'sidir. Ne var ki, bu dönemde yavaş yavaş müctehit imamlar devrindeki hukuki gelişmeler durmuş ve artık taklit devri başlamıştır. Hatta 1258 Moğollar'ın İslâm aleminin ilim merkezi olan Bağdat'ı işgal etmeleri ile İslâm hukukunda fetret devri başlamıştır. Başka bir ifade ile, bu devirdeki çalışmalar tamamen şekilden ibaret kalmıştır. Diğer küçük Türk devletlerindeki hukuki gelişmeleri buraya almayı gerekli görmüyoruz. Zira Türk-İslâm hukuk tarihinde en önemli yeri kaplayan Osmanlı devletindeki hukuki gelişmeler bu devletlerin uygulamalarını da ışık tutacaktır. Osmanlı Devri Bilindiği üzere Osmanlı Devleti tam 625 sene hüküm sürmüş ve bu uzun devrede bir kısım istisnalar nazara alınmazsa İslâm hukukunu uygulamıştır. Osmanlı hukuku ile ilgili araştırmalarda genellikle Tanzimattan önce ve sonra olmak üzere ikili bir ayrım yapılır. Bunun sebebi basittir. Gülhanede 1839 da Sultan Abdülmecit zamanında okunan bir fermanla devletin hukuki, iktisadi ve ictimai alanlarında bir kısım değişim ve yenileşme temayülleri öngörülmüştür. Osmanlı Devletinin başlangıcından tanzimata kadar ki döneminde İslâm hukukunu uyguladığı rahatlıka söylenebilir. Bilhassa özel hukuk alanında tam bir uygunluk söz konusudur. Kamu hukukuna gelince burada üzerinde durulması gerekli bir kaç önemli mesele vardır: Kanunnameler:
Tanzimattan önceki müslüman Türk devletlerinin hemen hemen tamamında padişah veya sultanlar bir kısım emirler daha doğrusu kanunnameler çıkarmışlardır. Acaba bunların şer'i dayanağı var mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için İslâm hukukunun ülülemre yetkilere şöyle kısaca bir göz atmak gerekecektir. Bu yetkileri şu şekilde sıralamak mümkündür: Şer'i hükümleri kanun haline getirmek, mevcut içtihatlardan birini tercih etmek ve kendisine tanınan sınırlı yasama yetkisini kullanmaktır. İşte Müslüman Türk sultanları kendilerine tanınan bu yetkileri amme maslahatını da nazara alarak kullanmışlardır. Bu durum, örfi hukuk olarak da adlandırılmıştır. Ancak uygulamada bazı aksaklıkarın olduğu, bu nedenle bütün sultanların tam anlamı ile şer'e riayet ettikleri söylenemez. Kardeş Katli Burada şöyle bir soru daha akla gelmektedir? Özellikle Osmanlı Sultanlarının kardeşlerini katletmelerinin şer'i bir dayanağı var mıdır? Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet'in konu ile ilgili kanun hükmü şöyledir: " Her kime ki, evladımdan saltanat müyesser ola, nizam-ı alem için kardeşlerin katletmeği ekseri ulema tecviz etmişlerdir". Bilindiği üzere, İslâm hukukunda devlete isyana bağy denmekte ve had suçu kabul edilmekte ve suçlular öldürülmektedir. Bu nedenle devlete isyan edenler kardeş dahi olsa öldürüleceklerdir. Maksat nizamı alem yani kamu düzenidir. Ancak bir kişiye bu cezanın verilebilmesi için unsurlarının tam olarak teşekkül etmesi gerekir. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Osmanlı devletinde bazan suçun unsurları oluşmadan da kardeşler katledilmiştir. Ancak bu kanun hükmünün şeriate aykırı olduğunu göstermez. Nitekim günümüzde de hukuka aykırı bir çok işlem yapıldığı herkesin malumudur. Tanzimat Osmanlı devletinde bir dönüm noktasıdır. 1839 da ilan edilen bir fermanla Türk hukukunda ve teşkilatında Avrupa örnek alınarak bir kısım değişikliklere gidilmiştir. Burada Osmanlı Sultanlarının İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı sınırlı yasama yetkilerini aştıkları söylenebilir. Fakat burada devletin içinde bulunduğu siyasi, iktisadi, içtimai şartları ve batının tesirini de hesaba katmak gerekir.
Sonuç
Yukarıdaki kısa izahlardan da anlaşılacağı üzere Türkler, diğer milletler gibi tek vatanlı ve tarih boyu birbirini takip eden tek devletli bir millet değildir. En önemli dönüm noktaları Müslüman olmalarıdır. Türkler müslüman olduktan sonra bazı istisnalar dışında İslâm hukukunu tatbik etmişlerdir. Asırlar boyu İslâmın müdafii olmuş ve onun günümüze kadar saffetini korumasında önemli roller oynamışlardır. Gerçekten İslâm hukuku sahasında en önemli eserleri meydana getirenler Müslüman Türk hukukçuları olmuştur. En son yapmış oldukları Mecelle benzeri meydana getirilemez bir şaheser olarak karşımızda durmaktadır. Müslüman Türkler özel hukuk alanında hemen hemen istinasız İslâm hukukunu uygulamışlardır. Kamu hukukunda ise, gerek İslâm hukukunda bu konuyu düzenleyen hükümlerin azlığı gerekse Türklerin büyük devlet tecrübeleri geniş bir örfi hukukun teşekkülüne zemin hazırlamıştır. Genel olarak Müslüman-Türk sultanları İslâm hukukunun ülülemre tanıdığı sınırlı yasama yetkilerini amme maslahatını nazara alarak kullanmışlardır. Bunun neticesi olarak ortaya çıkan Osmanlı toprak sistemi dünyada benzerine rastlanmayacak mükemmelliktedir. Bunun yanında bilhassa uygulamadan doğan aksaklıkların olduğunu da belirtmek gerekir. Saltanatın babadan oğula geçmesi İslâm hukukunda benimsenen bir metod olmasa da tamamen yasaklanmış bir durum da değildir. Asıl olan ehliyettir. Ehliyetli olduktan sonra kişi oğlunu, oğlan da babasını veliaht tayin edebilir. Özellikle Osmanlı sultanları arasında ehliyetsiz kimseler olsa bile hiçbirisi vatanına ihanet etmemiştir. Zira Türklerde vatan ve bayrak sevgisi her şeyden önde gelmektedir. Öyle ki, vatanın ve milletin selameti için kardeşlerinden olmayı dahi göze alabilmişlerdir. Aslında bu büyük bir fedakârlıktır. Bununla birlikte insan unsurunun girdiği her yerde süistimaller her zaman olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bu aziz milletin geçmişini saygıyla yad eder, geleceğinin daha aydın olmasını dilerim. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:53 | |
| 12 Levha Kanunları Vikipedi, özgür ansiklopedi
12 Levha Kanunlar (M.Ö. 367, Leges Duodecim Tabularum), günümüz Avrupa Hukukunun temelini oluşturan Roma’da, ilk yazılı kanunlar olan 12 Levha Kanunları, Roma toplumundaki Patrici (soylular) ve Pleb (halk) arasındaki sınıf mücadelesi sonucu hazırlanmıştır. Roma İmparatorluğu' nda yazılı kanunlar olmadığı dönemde, örf ve adete göre hareket edilirdi. Bu örf ve adetleri de ancak Patrici' ler bilirdi. Bunun için Patrici' ler, örf ve adetlerin yazıya geçirilmesine, mümkün olduğu kadar uzun bir zaman karşı koymuşlardı. Pleb’ lerin baskısıyla M.Ö. 450’ de kanunları yazmak üzere 10 kişilik bir komisyon ('decemviri legibus scribundis') kuruldu. Solon Yasaları' ndan da yararlanılarak 2 yılda hazırlandı. 12 madeni veya tahta levha üzerine yazılarak ve meclisin onaylamasından sonra, herkesin görebilmesi için Roma' nın en büyük meydanına (Forum Romanum) asıldı. M.Ö.307' de Galler' in Roma'yı yağmalamalarında imha edilene kadar orada asılı kaldı. Bu levhalarda aile hukuku, veraset hakkı, dava hakkı, borç ve ceza kanunu na dair hükümler vardı. Bunlar Roma Hukuku' nun hiç değişmeyen esaslarını teşkil ettiler. Bu kanunlar dizisi ile iki toplum arasında daha önce hiç olmayan adalet ve dürüstlük mekanizması kurulmuş ve güçler Patrici’ li ve Pleb’ li büyük toprak sahipleri tarafından paylaşılmıştır. Böylece, her iki halk grubu da seçme seçilme hakkı edinmiş, toplumdaki sınıf farklılıkları için ekonomik durum belirleyici olmuştur. Bazı suçlar ilâhların mukaddes haklarına tecavüz şeklinde anlaşılmış, suçlu cemiyet dışı ve her türlü haklardan mahrum bırakılmıştır (herkes tarafından öldürülebilir). Şahıslara yönelik suçlarda şahsî intikam usûlü kullanılabilir. Diyeti kabul etmeyen suçlu, zarar görene teslim edilir; o da göze göz, dişe diş şeklinde öcünü alır. Aile reisinin (babanın) riyaseti altındakilere karşı hayat ve ölüm hâkimiyeti vardır. Tarihçi ve hukukçuların naklettiği kısımlardan anlaşıldığına göre 12 Levha Kanunları' nda iki gaye güdülmektedir: Siyasi gayesi: Asillerle halk arasında mümkün olduğu kadar eşitlik sağlamak ve vatandaşları, idarecilerin keyfi davranışlarına karşı korumak. (Ancak kanunlar bunu tam mânasıyla gerçekleştirememiştir; o devirde asiller ile halk arasındaki evlenme yasağı devam etmişir.) Hukuki gayesi: Eski teâmül hukukunu (örf ve adet hukunu) toplayıp tesbit etmektir. Bazı örnek hükümler
Bir kimse, kendisine borçlu olan vatandaşı majistra (hâkim) önüne götürür, borçlu borcunu ödeyemezse muayyen şekillere riâyet ederek ona el koyar, evine götürür ve zincire vurur. Muayyen zaman içinde yine ödeyemezse öldürebilir. Veya köle olarak satar. Alacaklı birden fazla ise borçlu, alacaklar nisbetinde parçalara ayrılır. Vatana ihanet, ana veya babayı öldürme, kundakçılık (suçlu kırbaçlanır, zincire vurulur, ateşle öldürülür). Yalancı şahitlik (suçlu uçuruma atılarak öldürülür). Gece bir hırsızlık olursa ve hırsız suçu işlerken yakalanırsa, öldürülebilir. Daha hafif durumlarda yaptığı zararın iki misli ödettirilir. Günümüz Avrupa hukukunun temelini oluşturan bu kanunlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin de temeli sayılmaktadır. Ayrıca Bakınız: Roma Hukuku | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:54 | |
| Roma Hukuku
Roma Hukuku, kamu hukuku ve özel hukuk ayrımına dayanmaktadır. Beşeri bir sistem olarak İÖ 7. yüzyılda kurulan Roma İmparatorluğu'nda ve MS 396'da ikiye bölünmesinden sonra Bizans imparatorluğu'nda hüküm sürmüştür. 5. yüzyılda Justinanus, Corpus Juris Civilis denilen külliyatı toplamıştır. Kıta Avrupa ülkeleri hukuku bu külliyat temeline dayanmaktadır. MS 6.yy.da Iustinianus Batı Roma İmpratorluğunu kaybettiği toprakları yeniden kazanmak ve Roma hukukunun bütün bu topraklarda eski saf haliyle uygulanmasını sağlamak amacıyla çalışmalar başlattı. Bu çalışmalar sonunda bir kanunlaştırma hareketi olan Corpus Iuris Civilis oluştu. Corpus Iuris Civilis 4 bölümden oluşmaktadır: Institiones, Digesta, Codex ve Novella. Institiones ve Digesta'da klsik dönem hukukçularının eserlerinin derlendiğini, Codex'te Iustinianus'a kadarki imparator emirnamelerini, külliyata daha sonradan eklenen Novella'da ise Iustinianus'un emirnamelerini görüyoruz. Glossator'ların (şerhçiler) çalışmaları çağdaş hukuka tesir etmiş, Roma Hukuku'na bağlı ülkelere "civil law" denilmiştir.
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Roma Hukuku 1- Devirleri Roma hukuku, başlangıcı Roma tarihinin ilk devirlerine kadar uzanan ve milâdî altıncı asırda Jüstinyen'in (Justinianus) kanunlarıyle nihayet bulan uzun bir gelişmenin mahsulüdür. Yani bu intişafın takriben bin yıldan fazla sürmüş bir tarihi vardır. Bu uzun gelişme çağlarında mezkür hukuk âni değil, tedricî inkılâp ve değişmelere uğramış, mütemâdiyen şeklini değiştirmiştir. Öyle ki meselâ cumhuriyet ve prenslik devirlerinin hukuku, Jüstinyen hukukundan derin bir şekilde ayrılmaktadır. Doğrudan doğruya Roma hukukundan ve bu hukukun modern hukuklar üzerindeki tesirinden bahsedildiği zaman daha çok son safhası (Jüstinyen hukuku) kastolunmaktadır. Umûmiyetle Roma hukukunu kavrayabilmek için şu beş devreyi göz önünde bulundurmak gerekir: a) Roma'nın başlangıcından (M.Ö. 754), milâttan önce dördüncü asra kadar süren "eski hukuk devri". Bazı müellifler bu devre "krallık devresi" demişlerdir. b) İkinci Pön harbinden (M.Ö. 200) Prensliğin kuruluşuna kadar devam eden devre. Bazılarına göre bu devre M.Ö. 509 yılında kralların kovulmasıyla başlar ve adına "cumhuriyet devri" denir. c) Prenslik devrinden milâdî üçüncü asrın ortalarına kadar devam eden "klasik hukuk devri". Bazı Roma hukukçularına göre bu devre M.Ö. 27 yılında Augustus ile başlayıp M. 284 yılında Diocletianus ile son bulan "pirenslik" devridir. d) Klâsik hukuk edebiyatının birden sona ermesiyle başlayan ve Jüstinyen kanunlarıyla sona eren "Bizans" devri. Daha çok amme hukukunu nazar-ı itibare alanlara göre bu devre M. 284-565 yılları arasında geçer ve "aşağı imparatorluk devri" adını alır. e) 565'ten 1453 yılına kadar devam eden "Bizans İmparatorluğu" devresi.
2- Devirlerin Hususiyetleri a) Birinci devre Bu devre hukukunda cezâî hükümler çoktur. Hukukî münasebetlerin çoğu, muhtemelen menşeleri rahiplerin dinî hukuklarında bulunan cezâî hükümlerin ve kanunların himâyesine alınmıştır. Ancak cumhuriyet devrinden önce yazılı bir hukuk mevcut olmayıp teâmülî hukuk hakimdir. Bu sebeple de mevkür devreye ait bilgiler kat'i değildir. b) İkinci devre Bu devrede hukukî münasebetleri tanzim eden üç nevi kanun ve hukuk kaynağı ile karşılaşıyoruz: Oniki levha kanunu, halk meclisleri kanunları ve pretor beyannâmeleri. aa- Oniki levha kanunu M.Ö. 452 yılında yazılı olmayan hukuku tedvin için halk tarafından seçilen on kişi iki yıl çalışarak oniki levhaya, hukukun bütün sâhalarına ait maddeleri yazmışlar ve bunlar halk meclislerince kabul edilerek kanunlaşmıştır. Bronz veya tahta yahut da fildişinden olduğu söylenen levhalar Roma'nın en büyük meydanına (Forum Romanum) asıldı ise de 60 yıl sonra Galler'in Roma'yı yağmalamaları sırasında imha edilmiştir. Tarihçi ve hukukçuların naklettiği kısımlardan anlaşıldığına göre 12 Levha Kanunları iki gaye güdüyordu: Siyasi gayesi: Asillerle halk arasında mümkün olduğu kadar eşitlik sağlamak ve vatandaşları, idarecilerin keyfi davranışlarına karşı korumak. ancak kanunlar bunu tam mânasıyla gerçekleştirememiştir; o devirde asiller ile halk arasındaki evlenme yasağı devam etmektedir. Hukuki gayesi: Eski teâmül hukukunu toplayıp tesbit etmek. Oniki Levha Kanunu ibtidâî bir hukuk seviyesini temsil etmektedir. Ayrıca umûmiyetle Roma hukukuna hâkim olan "şekilcilik" karakteri burada da kendini göstermektedir. Bazı örnek hükümler: Bir kimse, kendisine borçlu olan vatandaşı hâkim (majistra) önüne götürür, borçlu borcunu ödeyemezse muayyen şekillere riâyet ederek ona el kor, evine götürür ve zincire vurur. Muayyen zaman içinde yine ödeyemezse öldürebilir. Veya köle olarak satar. Alacaklı birden fazla ise borçlu, alacaklar nisbetinde parçalara ayrılır. Devlete ve ammeye karşı işlenen suçların çoğuna ölüm cezası verilir: Vatana ihanet, ana veya babayı öldürme, kundakçılık (suçlu kırbaçlanır, zincire vurulur, ateşle öldürülür), yalancı şahitlik (suçlu uçuruma atılır), hâkimin rüşvet alması, üfürükçülük bu suçlar arasındadır. Bazı suçlar ilâhların mukaddes haklarına tecavüz şeklinde anlaşılır, suçlu cemiyet dışı ve her türlü haklardan mahrum bırakılır. Herkes tarafından öldürülebilir. Hususî menfaatlere ve şahıslara yönelik suçlarda şahsî intikam usûlü câridir. Diyeti kabul etmezse suçlu, zarar görene teslim edilir; o da göze göz, dişe diş şeklinde öcünü alır. Hırsızlık gece olur, suçu işlerken yakalanırsa hırsız öldürülebilir. Daha hafif durumlarda hırsız yaptığı zararı iki misli ile öder. Aile reisi babadır. Riyaseti altındakilerin hayat ve ölümlerine şâmil bir baba hâkimiyeti vardır. Bazı malların mülkiyetinin devren iktisabı için malın, tarafların, beş şâhidin (bâliğ Roma vatandaşı) ve bir terazicinin hazır bulunması şarttır. Ve bir seri şeklî muâmele cereyan eder..." ab- Halk meclisleri Majistra'nın teklifi, çeşitli halk meclislerince kabul edilmekle kanun hükmünü alırdı. Oniki Levha Kanunları böyle kabul edilmiş ve daha sonra da bu şekilde bir çok kanun çıkarılmıştır. ac- Pretor beyannâmeleri Pretor bir nevi hâkimdir. M.Ö. 367 yılına kadar kazâî kuvvet, cumhuriyet devletinin en yüksek makamları olan Konsüller'in elinde idi. 367'de şehir dahilindeki vatandaşların dâvaları ile meşgul olmak üzere pretorluk makamı ihdâs edildi. Pretor sadece bir hâkim ve adliye memuru değildi. Konsülün halefi olduğu için kazâ sâhasında Roma devletinin isteğini temsil ederdi. Bu sebeple hukuku inkişaf ettirmek vazifesi de ona aitti. Önceleri Oniki Levha Kanunu'na göre dâvacının iddiâları jüri tarafından dinlenir, haklı görüldüğü takdirde pretora düşen kanunu tatbik etmek, dâvalıyı mahkûm eylemekten ibaret olurdu. Fakat devletin ve iktisadî şartların terakkisi neticesinde eski kanunlar hukukî hayatın tanzimi için kâfi olmaktan çıkmış; hüsnüniyete dayanan şekilsiz muâmeleler çoğalmıştı. Bunun üzerine "formül usûlü" kabul edildi. Bu usûle göre taraflar, anlaşmazlık halinde hakimin kararına tâbi olmaya kendilerini icbar eden bir anlaşma akdediyorlardı. Hakimi bağlayan bu anlaşma kısa bir formül şeklinde yazılıyordu. Pretor da her yıl riâyet edeceği prensipleri beyaz bir levhaya yazarak ilân ediyordu ki buna beyanname mânasında "edictum" deniyordu. Beyannamelerde yazılı prensip ile kaideler sonra gelen pretorlar tarafından da tatbik edilebilirdi. Bu şekilde, kanunlar ve teâmüllerin yanında bir de pretor hukuku inkişâf etti. Bu hukuk, amme menfaati uğrunda medenî hukuku düzeltmek, ona yardım etmek, onun yerini tutmak üzere pretorlar tarafından konmuş hukuktur. Umûmiyetle pretorlar Roma hukukunu inkişaf ettirmiş, eski dar, şekilci, bazen zâlim kaideler yerine daha ileri, insanî prensipler vazetmişlerdir. c) Üçüncü devre Prenslik devrinde daha önceki hukuk kaynakları devam etmekle beraber bazı değişiklikler olmuş ve bu arada Senatus (âyân meclisi) kararları önemli rol oynamıştır. Sezar, Senatus ile mücâdele edip onu nüfuzu altına aldığı halde evlâtlığı Augustus ona hürmet göstermiş ve muhafaza etmiştir. Senatus'un kanun koyma selâliyeti yoktu, o bir istişâre mercii idi. Fakat halk meclislerinin kabul ettiği kanunlar çok defa Senatus'dan gelen teklife uygun olurdu. Augustus ictimâî emellerini gerçekleştirmek için halk meclislerinden istifade etmiş, Roma cemiyetini bozulmaktan korumak maksadiyle evlenmeyi teşvik, köle azat etmeyi meneden kanunları buradan çıkarmıştır. Bu devrede inkişaf eden bir hukuk kaynağı da imparator emirnâmeleridir. Devrin özelliği icabı pretorun selâhiyeti daralmış, imparatorların iktidar ve selâhiyeti artmış, emir ve beyanları kanun mahiyetini iktisap etmiştir. Yine bu devrede imparatorlar tarafından hukuk âlimlerine, hukuki sorulara cevap verme, açıklama... selâhiyeti verilmiş, zamanla âlimlerin cevap ve açıklamaları kanun hükmünü hâiz olmuş, büyük hukukçular yetişmiş ve eserler vücuda getirilmiştir. d) Dördüncü devre Mutlak kırallık devrinde devletin idaresi tamamen hükümdarın eline geçtiği zaman onun herhangi bir hukukî faaliyeti, şekli ne olursa olsun kanun hükmünü alıyordu. Hukukî lisanın eski ağır ve dar şekli terkediliyor, vak'aların münferid olarak halli, hukukun kanunlarla tanzimine tercih ediliyordu. Bunun sebebi kanunların pek çok ve dağınık oluşu idi. Yine bu sebeble kanunların toplanması faaliyetine girişildi. Birçok toplamalar ve tedvinler arasında en önemlisi İstanbul'da İmparator Jüstinyen tarafından yapılanıdır. İmparatorun emriyle I. ve III. asırda yaşamış olan 39 hukukçunun eserlerini 16 kişilik bir komisyon derlerdi. Bu mecmûa 30.12.533 tarihinde mer'iyete girdi. Bundan önce ve sonra da önemli toplama ve derlemeler yapılarak mer'iyete kondu. Jüstinyen müdevvenatı dört kısımdan mürekkep olup hepsine birden "Corpus juris Civilis" denir ki "Medenî Hukuk Külliyâtı' mânasını ifade etmektedir. e) Beşinci devre Jüstinyen'in faaliyetiyle Roma hukukunun bin senelik inkişâfı sona ermiştir. İmparatorluğun yıkılmasından sonra XI. asırdan itibaren kuzey İtalya'daki hukuk mektepleri mezkür müdevvenâtı ele almış, okutmuş, işlemiş ve modern hukuk üzerindeki tesirini temin etmişlerdir.
3- Roma Hukukunun Sistemi Her ilim kendi mevzûunu rasyonel bir sistem çerçevesi içinde; yâni bazı esaslara göre tertip edilmiş bir nizam dahilinde arzetmek ister. Jüstinyen müdevvenâtından Institutions kısmının baş tarafında ve daha başka kısımlarda hukuk ilmini ikiye ayıran bir metin görülmektedir: "Bu tahsilin iki kısmı vardır: Amme hukuku ve Hususî hukuk. Amme hukuku Roma devletine, Hususî hukuk ise fertlerin menfaatlerine tealluk eder; çünkü bazı menfaatler umûmun menfeatlerindendir. Bazıları ise özel menfeati alâkadar eder." Bugün yukardaki taksime temel teşkil eden "Umûmî veya husûsî menfeat" mülâhazası tatminkâr olmamakla beraber âmme-husûsî ikiliği, hukuk taksiminde günümüze kadar devam etmiştir. Roma hukuku müdevvenâtı içinde âmme hukukuna pek tesadüf edilmez ve modern hukuka bu bakımdan önemli bir tesir bahis mevzûu değildir. Fakat husûsî hukuk sâhasında durum aksinedir. Hususi hukuk Gaius ve Jüstinyen'in eserlerinde şu taksime tâbi tutulmuştur: "Kullandığımız bütün hukuk ya şahıslara, ya mallara, yahut da dâvalara tealluk eder." Zamanla âmme hukuku -Avrupa hukuklarında- esas teşkilât, idare, ceza, devletler umûmî... kısımlarına ayrıldığı gibi husûsi hukukun bu üçlü taksimi de değişikliğe uğramıştır: a- Şahıslara tealluk eden hukuktan "Şahsın Hukuku" ve "Aile Hukuku". b- Mallara tealluk eden hukuktan "Aynî Haklar" veya "Eşya Hukuku", "Borçlar Hukuku" ve "Miras Hukuku". c- Dâvalara ait hukuktan ise "Usûl Hukuku" doğmuştur. Bugün Usûl Hukuku, amme hukuku kısmında yer almaktadır.
4- Roma Hukukunun Tatbik Sâhası Roma Hukuku tatbik sâhası bakımından cumhuriyetin son asırlarında ikiye ayrılmıştır: Medenî Hukuk, Kavimler Hukuku. "Medenî Hukuk" asıl Roma Hukuku'dur ve yalnızca romalı vatandaşlara tatbik edilir. Diğer milletler -Romalılara göre- medenî olmadıklarından onlara bu hukuk tatbik edilmez; onlar hukuk dışı kabul edilirler ve Roma hukukunun bahşettiği haklardan faydalanamazlar. Hukukî münasebetleri, kendi örfü-âdetlerine veya özel hukuklarına göre tanzim edilir ve buna da "Kavimler Hukuku" denir.
5- Roma Hukukunun Dünya Hukukuna Tesiri Bugün yürürlükte bulunan hukuk sistemlerinin çoğunun kaynakları arasında Roma hukuku vardır. Almanya, Fransa, İtalya, İsviçre ve dolayısıyle Türkiye gibi memleketlerde husûsi hukuk kaidelerinin mühim bir kısmının kaynağını Roma hukuku teşkil etmektedir. Bu tesirin başlangıcı XII. asırda İtalya'da Bolonya Üniversitesindeki tedrisat ile olmuştur. Avrupa'nın çeşitli yerlerinden buraya akın eden talebe, okudukları ve öğrendikleri Roma hukuku mefhumlarını memleketlerine dönüp hâkim oldukları zaman tatbik etmekten çekinmiyorlardı. Bu kapitalist hukuk yeni zamanı hazırlayan ictimâî ve iktisadî şartlara uygun geliyordu. İşte bilhassa İtalya'da tahsil etmiş hukukçular vasıtasıyle Roma hukukunun Batı memleketlerine sirâyet etmesine ve onlar tarafından kabul edilmesine "Roma Hukukunun iktibası (reception)" denmektedir. Orta zamanların sonunda kendilerine "Roma İmparatoru" dedirten Alman İmparatorları XV ve XVI. asırda Roma hukukunu kül halinde kabul ettiler ve 1 Ocak 1900'de Alman Medenî Kanunu kabul edilinceye kadar mezkür hukuk yürürlükte kaldı. Roma Hukuku Yunatistan'da da 1940 yılına kadar câri olmuştur. Bugün Roma Hukuku hiçbir yerde doğrudan doğruya yürürlükte değildir. XIX. ve XX. yüzyılda Avrupa ve Avrupa harici devletler, hukukun çeşitli sâhalarında millî kanunlar yapmışlardır. Ancak buralarda hususî hukukun kanun ve kaideleri -memleketlere göre az veya çok olarak- Roma hukukundan gelmektedir. Güney ve Orta Amerika ile Asya ve Afrika'nın birçok devleti kanunlarını, Fransız, Alman ve İsviçre kanunlarını model alarak yaptıkları için Roma Hukuku mefhumları bu kanunlarda -dolaylı olarak- yaşamaktadır. Bu sebeple birçok memleketin Hukuk Fakültelerinde Roma Hukuku kürsüleri vardır ve bu hukuk tedris edilmektedir.
ROMA HUKUKU | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:54 | |
| Uluslararası Hukuk Vikipedi, özgür ansiklopedi
Uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler altında bir disiplindir. Uluslararası ilişkilerin hukuksal boyutunu bilimsel bir disiplin içinde inceler. Devletler ararası hukuk da denir. Ancak uluslararası ilişkilere yeni aktörlerin girişi bu dalı sadece devletler arası olmaktan çıkarmıştır. Bazı üniversitelerde hukuk fakültesi altında yer alır, ama genel uygulama uluslararası ilişkiler bölümleri içinde olmasıdır.
Alt Dalları
Uluslararası Hukuk, Devletler Hukuku (Genel) Deniz ve Su Hukuku (Okyanus Hukuku) Uluslararası Ticaret Hukuku Uluslararası Özel Hukuk Uluslararası Örgütler Savaş-Barış Hukuku Uluslararası Akarsular Hukuku Uzay Hukuku 20. yüzyılda uluslararası hukuğun en önemli konularının başında Birleşmiş Milletler Hukuku gelmiştir. Uluslararası hukuk disiplini Türkiye'de henüz gelişme aşamasındadır. Ankara Üniversitesi SBF, Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi [uluslararası ilişkiler bölümlerindeki çalışmalar son dönemde dikkat çekicidir. Sadece bu konuya odaklanmış az sayıda kurumdan biri de Ankara'da faaliyetlerini sürdüren UHAM'dır (Uluslararası Hukuk Araştırmaları Merkezi). Ayrıca yine Ankara merkezli DESHAM da (Deniz ve Su Hukuku Araştırmaları Merkezi) uluslararası hukuğun dar bir alanında çalışmalarını sürdürmektedir. Türkiye'de sadece bu alanda faaliyet gösteren tek dergi UHP'dir (Uluslararası Hukuk ve Politika). Ayrıca SBF, İİBF ve hukuk fakültelerinin dergilerinde de bu konuda yayınlara rastlanmaktadır. | |
| | | Bulut Site Fethetmiş
Mesaj Sayısı : 466 Forum Puanı : 1308 Rep Puanı : 10
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Çarş. 07 Eyl. 2011, 21:55 | |
| Halkoyuna sunulan 5678 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un tam metni şöyle: MADDE 1: 7/11/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 77'nci maddesinin birinci fıkrasında geçen 'beş' ibaresi 'dört' olarak değiştirilmiştir. MADDE 2: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 79'uncu maddesinin ikinci fıkrasında geçen 'seçim tutanaklarını' ibaresinden sonra gelmek üzere ve cumhurbaşkanlığı seçimi tutanaklarını' ibaresi; son fıkrasında geçen 'halkoyuna sunulması' ibaresinden sonra gelmek üzere 'cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi' ibaresi eklenmiştir. MADDE 3: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 96'ncı maddesinin birinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. "Türkiye Büyük Millet Meclisi, yapacağı seçimler dahil bütün işlerindeüye tamsayısının en az üçte biri ile toplanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasa'da başkaca bir hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tam sayısının dörtte birinin bir fazlasından az olamaz" MADDE 4: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 101'inci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir: Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür. Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir. Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer. MADDE 5: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 102'nci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir: Cumhurbaşkanı seçimi, cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından önceki altmış gün içinde; makamın herhangi bir sebeple boşalması halinde ise boşalmayı takip eden altmış gün içinde tamamlanır. Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday cumhurbaşkanı seçilmiş olur. İlk oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamayı izleyen ikinci pazar günü ikinci oylama yapılır. Bu oylamaya, ilk oylamada en çok oy almış bulunan iki aday katılır ve geçerli oyların çoğunluğunu alan aday cumhurbaşkanı seçilmiş olur. İkinci oylamaya katılmaya hak kazanan adaylardan birinin ölümü veya seçilme yeterliğini kaybetmesi halinde; ikinci oylama, boşalan adaylığın birinci oylamadaki sıraya göre ikame edilmesi suretiyle yapılır. İkinci oylamaya tek adayın kalması halinde, bu oylama referandum şeklinde yapılır. Aday, geçerli oyların çoğunluğunu aldığı takdirde cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar görev süresi dolan cumhurbaşkanının görevi devam eder. Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir."
alıntıdır | |
| | | Nehir12 Alışıyor
Mesaj Sayısı : 13 Forum Puanı : 18 Rep Puanı : 0
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Perş. 15 Eyl. 2011, 23:08 | |
| | |
| | | KarFırtınası Kurucu
Mesaj Sayısı : 687 Forum Puanı : 1995 Rep Puanı : 53
| Konu: Geri: İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi Perş. 22 Eyl. 2011, 13:46 | |
| paylaşım için teşekkurler | |
| | | | İslâm Hukukunun Başlangıç Dönemi | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |